Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

Elazığ oto sanayiinde sohbet sürerken, çocuğuyla birlikte içeri giren bir müşteri, dükkândaki kürsü muhabbetine ara verdirmişti. Babası yedek parça alırken, Serhan çocukla kısa bir sohbet etti.. İsmi gökseldi. Ortaokul öğrencisiydi. Az önce sehpaya konan buğusu üstünde çay bardağını Göksele uzattı. “Sağol abi, içmem” dedi. Elinde bir Dünya Küresi vardı. Çaydan bir yudum alıp Serhan, çocuğun elindeki küreye daldı…

Dünya namlı gezegen, bağrındaki bazı varlıklar gibi nasıl da doyumsuz, nasıl da açgözlüydü! Sezdirmeden “15cm” uzaklaşsa da her yıl, beslendiği güneşe mesafesi, ortalama “153 milyon” kilometreydi. Üzerinde taşıdığı biz dünyalı her varlık, kendisiyle birlikte gerek yer, gerekse gökyüzünde yaklaşık “Bin 666” kilometrelik bir hızla dönüyorduk. Bu da yetmezmiş gibi güneş etrafında “107 bin 534” kilometreyle dönüdeydik! Günümüz savaş uçaklarının, üzerlerinde silah yükü yokken yapabildikleri, en fazla “2.5 Mak” lık (3 bin 700km) bir süratle kıyaslanırsa, biz uzay yolcuları günümüz savaş uçaklarından, 35 kat daha fazla bir süratle uçardık. “1” Mak: Bir gök cisminin deniz seviyesinde yapabildiği, “Bin 224” kilometreyle eşdeğerdi. Uzayın biz kendine ait bir koordinatında, illaki bir gün inmeye yazgılı yolcuları; güneş etrafındaki “939 milyon km” lik yörüngesel bir döngüyü, 365 günde tamamlayıp, ismine dünya yılı diyorduk. Hem dünyanın hem dünyayla birlikte güneş etrafının döneri Ay ise dünyadan “384 bin 400 km” uzaklıktaki kendi ekseninde, “1022 km” ile döngüdeydi. Biz varlıkların, gerek dünyayla gerekse güneş etrafında dönüşlerimiz, mega bilimsel dengeye yetmemiş olacak ki ait olduğumuz Samanyolu Galaksimizle beraber de “2 milyon 260 bin km” ile dönmeye kurguluyduk!..

Uzayın boşluğunda fır fır dönen fırıldaklardan fırlayıp da toz duman gitmeyişimiz, yerçekiminin biz varlıklara göre ultra bilimsel hesaplanmış, ilahi lütfu sebebiyleydi. Disiplinler arası mimar ve mühendisliğin böylesine bilimsel, böylesine şaheser, böylesine giz dolu yüceliğine akıl sır erdirme boşunalığının, dünya gezegenindeki oldukça aciz şaşkınlarıydık! Boşluğa düşen her varlığın, fiziksel kitlesini korumak için birbirlerini çekerlerken; saat istikametinin aksine, dönüp durmaya fermanlı Mevlevi bir evrendeydik. Sınırsız bir kâinatın, cüssesi nokta kadar böylesine fırıldak (fırfırik) bir gezegeninde, değerli bilim insanları; upuzun bir ömürle hep sağ olsun(!) hep var olsun (!) hiç ama hiç eksik olmasınlardı! Evreniyle birlikte dönüp duran biz uzay fanilerinin; 939 milyon kilometrelik elipsoit bir yörüngede, nasıl döndüğümüzü fiziksel olarak az çok formüle etmesine etmişlerdi fakat “Neden, Niçin ya da Niye?” döner durur olduğumuzun felsefi sorgulamasında; akıl fukarası bir zavallılıkla, hep beraber biçare, hep birlikte yenikçe sınıfta kalmıştık! Sürekli dönüp duran biz uzay yolcularının, yolculuk içindeki bir diğer yolculuğuna fanilik deniyordu. Vakti tamam her varlığın; güya bildiğini sandığı bir boyuttan, bilinmez bir boyuta göçüp durma sebebi neydi? Her niyeyse geldiğimiz şu boyutta, görüntüsü Fizik iken; zamanın bir yerinde ufuksuzlaşıp, bilinmez bir Kimya’ya topraktan gidişimiz bilinmez ki niyeydi?.. Kainatıyla birlikte durmaksızın döngüdeki şu uçuk dünya, uçucularına eğitim yaptıran bir simülatör benzeriydi. Yaşattığı yanılsama (illüzyon) simülasyonda (görüntü) var mıydık (?) yok muyduk belli değildi! Hani Farab’lı Al-Farabi felsefesi demiş ya (!) “Var mısın ki yok olmaktan korkarsın!..” tümden dokunaklıydı, hepten beyin yakıcı… Şu fermanı kıyıcı, bir amansız zaman ki harami diktasını nasıl da dayatırdı! Bir takmış ki kafayı, ünsüz bir şairin mısrasındaki gibi “elde ne var ne yok, zorla alırdı!” Çekip gitmekle kalmaz, hırpani halleriyle de olsa, ara sıra kapınızı çalardı. Anı kalıntıları başınıza üşüşür, öyküler şiirleşir, resme düşen duygular hüzünde depreşirdi.

Göklerinde yürekleri ağızlara getiren gürültü eziyetinden o yılların Elazığ sakinleri, umulur ki Serhan’ı affeyler, hatırşinas haklarını helal eylerdi. Ne yapsın, neylesindi! Bir iklim ki gençlikti.. Büyülü masallar diyarının kuramsız rüzgarları deliydi, enerjikti!.. O iklimde sırtınızın hayat yükü de neydi! Dünya bile omzunuza hafif gelirdi!.. Öyle bir devrandı ki uygarlıklar mirası semtlerine, para için henüz sarkılmamıştı şehrin. Her bir yan şen şakraktı. Fokur fokurdu hayat. Merhabalar sıcaktı, sahiciydi, şeffaftı. Köylerin efendi saflığına doyumsuz akbabalar, bakir doğallığına simsar burunlar sokulmamıştı henüz. Kadim uygarlıkların kültür atlaslarında tarihi isimler de henüz çakma değildi. Kerpiç damların saçaklarında cıvıldaşan serçeler, sevgi bestekârı üveyikler, çalımla homurdanan güvercinler, o vakitler hayata dâhillerdi. Toprak kimyasallarla henüz kirletilmemiş, doğayla muhabbette yabanın varlıkları böylesine boynu bükük, börtü böcek bir böylesi çaresiz değillerdi.

Milli haritamızda bir zamanlar; İstanbul’un Fethine emek vermiş Zağanos Paşalarımız… Ağır topların dökümünde mühendislik dehası Orban Usta’larımız vardı. Sultan Abdülmecit döneminde mimar Nigoğos Balyan yapımı Ortaköy Camii, Babası Garabet Amira Balyan’la yaptıkları Dolmabahçe Sarayı, kardeşçe yaşanan Anadolu kültür mimarisine vefayla tanıklık ediyorlardı... Herkeslerin inancına duyarlı insanlığımız, herkeslerin kutsalına saygımız hesapsızdı. İnsan olan her insanla insanlığın başkenti Anadolu’yduk hep birlikte. Ahçik de bizimdi, Sarı Gelin de… Selahaddin Yusuf Bin Eyyübi de bizdendi Ahmed-i Hani de… Dinler, diller kültürler, demokratik fikir ve düşünceler örgütlü cehalet tüccarlarınca henüz ırklaştırılmamış, ayrıştırılıp şiddete dönüşmemişti. Elazığlı Sarkis’lerimiz, yapı ustası Artin’lerimiz… Terzi Vahan Usta’larımız… Taşra edebiyat öncülerinden “Güvercinim Harput’ta Kaldı” figanıyla Perçençli Hampartzum Gelenyan’larımız (Hamasdeğ), koyu yalnızlıklara bizi salıp gitmemişlerdi daha. Elazığ-Misek semti bir zamanlar bağrında, 8nci Kolordu Karargâhını da ağırlardı. Askerlerin oralara diktiği mütevazı bir çamlık, hayatın temizliğini, saf oksijenini çiserdi. Zaten kimsesiz Anadolu ya eğitim ordusu ya da Asker ordusuyla yer yer yeşillenmemiş miydi? Ülke göklerinden baktığınızda, Ankara’nın doğusundan yeşile yoksul çorak, ta İran sınırına dek ah vah eyleyerek uzayıp gitmez miydi?

Misek’teki 8’nci Kolordu Karargâhı’ndan, 8’nci Ana Jet Üs Komutanlığı’na Serhan, Elazığ göklerinden yağdırdığı eziyetten, kaçlarca kez ne şikâyetler yemişti. Ama sonuç hükümsüz, etkisizdi!.. Çünkü her hava şartının her görevine, gözünü budaktan esirgemeden, hatta Amerikan ambargolu mecburiyetten, bazen arızalı uçakla bile giden Serhan, tüm komutanlarca tutulur, sevilirdi. Üstelik Ana Jet Üslerinde; akıllı delilerini sahiplenmeyen milletlerin, dâhilere hasret kalacağı felsefesi hâkimdi. Hayat coğrafyasının içerikli ele avuca sığmazlığı, hem yer hem gök kürenin nitelikli öykülerini verirdi. Hikâyesi olmazdı sıradan’ın. Kolaydan mutluluk çıkmayacağı gibi!.. Bilimsel kural olmasa da olası ki dahiler delilerin, deliler dâhilerin delil çizgisindeydi. Çağlarının farklı alanlarında, insanlığın öne çıkmış kimlikleri düşünülürse eğer, tespitte bilimsel olasılık oranının, hiç de az olmadığı rahatlıkla görülebilirdi. Kaldı ki bulundukları alanlarda, deliduman halleriyle kabuklarına sığmayanların yaratıcı refleksleri, her alanda daha güçlüydü. Hatta dehaya daha yakın oldukları, psikanaliz (sohbetle tedavi) biliminin kurucusu, Avusturyalı Nörolog Sigmund Freud tarafından ileri sürülmemiş miydi?.. Üstelik öyleleri izlendiğinde, çoğunlukla toplumların hanımefendi veya beyefendi rol modelleri oldukları söylenebilirdi. Faydaları tüm insanlığa, hani olursa zararları, aşırı özgüven dürtüsüyle daha çok kendilerineydi… Multidisipliner (tüm bilimler) mühendisliğin nitelikli tasarımı İpek İpliği; kozasına sığmayan sıra dışı bir lârvanın eseri değil miydi?..

Bir vakitler, gerek dış gerekse iç güçlerce uçurtmamız henüz vurulmamıştı. Çanakkale’yi Sakarya’yı geçemeyenler, Atatürksüz kalmış bizleri; sağcı, solcu, şucu, bucu yapma zamanlarına daha vardı... O vakitler ilahi kıblemiz bir taneydi. Milli ve manevi değerlerin kutsallıkları, hele ki din; önce dernek, sonra vakıf, daha sonra holdingleşen tarikat abdestleri, cemaat kıbleleriyle böylesine yıpratılmamış, Şehidan diyarının Cumhuriyet bedeninde, çoklu organ yetmezliği böylesine hortlatılmamıştı henüz. Anların içindeki gelecekleri göremeyen, hak yolunda kullanmayan, bilimsel tarihten ders almayan Ortaçağ aklı, İslami diyarlarda henüz iş başında değildi. Dünyanın 57 İslam ülkesine; Ruhbani bir kitlenin bezirgânlığıyla değil, Rahmani bir vicdanın, bilimsel aklıyla bakılabilse, büyük resim ortadaydı. Hangisinde kalkınmışlık, hangisinde mutluluk, hangisinde huzur-barış olduğunu, görememek mümkün değildi. Neredeyse çoğumuzun gâvur dediği çağdaş insanlığın keşiflerine, buluşlarına, teknolojisine neden muhtaç olduğumuzu, şu uzay çağında bile ne vakit akıl edebilecektik?

Atatürk ile kurulup, siyaset bulaşmamış çağdaş Bilim Ocağı Üniversitelerimiz, Kur’an’i ve Muhammedi diyanet işlerimiz, İlahiyat Fakülte’lerimiz, İmam Hatip Lise’lerimiz vardı. İlahi bir emirle akledebilen herkes, “Lekum Dînukum Veliye Dîn” dik. Uçak dâhil, işsiz güçsüz bırakmayan “47” tane fabrikamız, tadı tuzu kaçmamış ekmeğimiz aşımız, bilimsiz siyasetle eksilmemişti mutlu dünyalarımız. Kürenin endüstri tüccarları emriyle henüz öldürülmemişti Tarım ve hayvancılığımız. Çıkarcı söylemler siyasallığı İslam’a bohçalanıp, ibadethanelerde; yurtseverliğe bandırılıp, kahvehanelerde; insanlığa yamandırılıp, partizan medyaların partizan kameraları önünde, Ortaçağ bağımlısı yayınlar yapılmazdı fütursuzca. Neredeyse herkesler fazileti ahlakına; yapacaklarını tutum ve davranışlarına; adaleti vicdanlarına yükler; insanlık sınavındaki final karnesi böylesine itibarsız, böylesine güvenilmez olmazdı. Yazlık sinemalarımız, kültür sanat evlerimiz, çağdaş aydınlıkları dünyayı bile ışıtacak Köy Enstitülerimiz henüz hayattaydı. Gerek din gerekse Atatürk; kimselerce araç değil amaçtı o zamanlar. Milli ve manevi değerlerimiz, hiç kimselerce dokunulamaz kutsalımızdı. Şeytani emellerle barınış, bezirgân histerilerle hırpalanış, türlü türlü maskelerle gizleniş sığınakları olmamışlardı henüz. O vakitler kursağından haram geçmemiş vicdanlarımız, adalet yürekli Hazreti Ömer parametrelerimiz, neredeyse hepimizde vardı. Doğruların saygın alıcıları, yanlışların günahkâr yandaşlarından hayli çoklardı. İbadethaneler siyaset hanelere, hastaneler müşteri hanelere, siyaset kurumları ticarethanelere dönüşmemiş, velhasıl Cennetimiz Cehenneme henüz evrilmemişti. “Marshall Planı”yla ekonomimiz; “Truman Doktrini”yle çağdaş eğitimimiz; başkasının toprağı Kore’lerde vatan evlatlarını kurban verdiğimiz NATO’yla da Silahlı Kuvvetlerimiz, işgal yememişlerdi henüz… Öylesine bizimle öylesine bizdi ki yarasız gülüşlerimiz... Teneşire gelmemişti yaşama sevincimiz. Her saniye her dakikası gerek içte gerek dışta yazılmaya, kınanmaya tuhaf ilkel vakalar, gülünç kara mizahlar haritası olmamıştı masum memleketimiz. Başımıza henüz çuval da geçirtilmemiş, aynı sınır boylarında terör için asrın garabeti çadır mahkemeleri de kurulmamıştı düpedüz. Örgütlü cehalet şovlarının gereği neydi (!) “Yurtta Barış, Dünyada Barış”ı  vurmak değildiyse B.O.P. güdümlü siyasetimiz!..

Küresel haramilerin işgalleri altındaki diyarlarda; algı operasyonlarının cehaletten beslenen yandaş yanaşma trolleri; göz göre göre yanlışları doğru, başarısızlıkları başarıymış gibi gösterme yalancılığının, yanlış bilgi çerçiliğine dükkân açarlardı. Yarışan teknolojilerin Marsa gittikleri şu çağda, yazılı gerçek tarihin bilgi, belge ve takvimlere dayalı bilimselliğini, hala kara cehalet hurafeleriyle çarpıtma Ortaçağ’lılığını, ahlak-ı ahkâm edinirlerdi. Bu türler Osmanlı’yı da böyle bitirmişlerdi. Çıkarcı bir ömrün kapıkulu yardakçılığıyla her kim ki güçlüyse, her kim daha fazla yedirirse oralı olur, orayı mihrap bellerlerdi. Oraların kılıcını kuşanır, fukara milletin haramsız devlet olanaklarından, partizanlığın liyakatsiz haramiliğiyle alttan alta beslenirlerdi. Dış güçlerin güdümlüleri gibi onlar da iç güçlerin el pençe divan güdümlüleriydi. Hangi yobazistanlıkta kimin ya da neyin projesi olarak türedikleri, hangi ot hangi sıvıyla kafa yaptıkları; son günlerin dünya bilim adamlarınca, olası ki araştırılıp soruşturulma evresindeydi. Zira yalan bilgi, hurafe, efsane simsarları; yazılı ya da görsel medyalarda toplumları zehirleme satıcılığına soyunmuşlarsa; uyuşturucu tüccarlarından ne farkları vardı ki?

Bana necilik illetinin tavan yaptığı coğrafyalarda; kral şakşakçısı taklacılıkla harami sofraların ayıplı ibrikçileri; bulundukları şehre, ülkeye, insanlığa yarar yerine ağır zararlar veren, Ortaçağ tellallarıydı. Kara cehalet tellaklığıyla, ahkâm kestikleri masum toplumu çağdaş dünyaya yanlış göstermelerin, uzaktan bakanına yobaz dedirtmelerin, canlı rol modelleriydi. Ki öyleleri sadece sıkıştıklarında birlik beraberlik çağrısı yapar, arabaları düze çıkar çıkmaz, gene yanlış vitese takar, hak-hukuk yerine gene beslendikleri partizanlık peşinde koşarlardı. Sorulduğunda bari “Elhamdülillah Müslüman, ne mutlu Türküm!” keşke demeselerdi!.. Algılanıp görülebilse ya da “İkra” edilebilse eğer, kimselerin kimselerden, hiçbir ırkın hiçbir ırktan üstün olmadığı, sadece Rabbil Müslim’in olmayan Rabbil Âlemi’nden ayetleşmişti. İnsanın kötüsü; hangi din, hangi ırk, hangi milliyetten olursa olsun, insanlığa zarar vermesin diye evrensel hukuk devletlerinin asla fırsat vermedikleriydi. Duyarsız coğrafyaların, duyarsız toplumlarını yalanla-yanlışla kandırmalara kurnazlaşanlar; serumları kesilmesin diye hem nala hem mıha vuran, basın kuruluşları kadar tehlikeliydi. Kara cehalet simsarlığının, masum milleti yanıltma kirliliğini, onurlarına yakıştırmayan diyarların; çağdaş tüm vicdanları, gerek dinen gerekse evrensel hukukça bilirlerdi ki doğru bir taneydi, o da bilimsel olandı. Dijital çağımızda gerçek-doğru bilgiyi, bilimseli değiştirmek veya saklamak, asla mümkün değildi. İnternet ansiklopedilerinden “Vikipedi” ya da yabancı dil bilenler için “Wikipedia” sayfalarındaki her bilgi, bilimsel doğrulukta, gerçek doğallıktaydı. Askeri bilgiler ise hem Genelkurmay arşivlerinden hem Dünya devletlerinin, resmi tarihlerinden birebir alıntıydı. Günüyle saatiyle yazılmış doğrular; asla olmamışları değil, hakkaniyete duyarlı savcılar gibi titiz, hak-hukuka vicdanlı yargıçlar kadar sadece olmuşları, olduğu gibi aktarırdı.

Kurgusal yalanlarla her önüne gelenin yeniden tarih yazamazlığı; olmuşların illaki ispatını gerektiren tarihin, sağlamalı gerçeklere zorunlu bilim oluşundandı. Dahası, kronolojik bir takvimin, tarihleşmiş kirsiz bilgi, hilesiz belge, gerçek kayıtlarıyla doğruluk sağlamasının;  hem yerli hem yabancı kaynaklarla karşılaştırılarak, yapılıyor olmasındandı. Üstelik her bilim Tanrı geni, her kutsal “Levh-i Mahfuz”daydı. İşte bu yüzden her bilim dalı gibi tarih de örgütlü cehaletle saptırılamayacak dürüstlüğün, enikonu hakkı-hakka hilesizce dağıtan kutsallığıydı. Tarih bilgisi sıfır, kara bir cehaletin, tarih kayıtlarını karartabileceğini sanma çıkarcılığı; yalana, hurafeye, şeytanlığa örgütlü yüz kızartıcılığı; tarihin hurdalıklar mezarlığına adaydı. Yalanı yanlışı savunma çıkarcıları; bulundukları şehrin de ülkenin de gerek insanlıkta gerekse uluslararası alanda itibarını yaralar, adını kötüye çıkarırlardı. Doğrudan yana olmayanlar, çıkar illetiyle önlerinde sadakatle takla attıklarına bile zarar ziyanlılardı. Şehidan Diyarı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde, Milletin mevki makam kurum ve kuruluşlarından nimetlenip; milli kutsiyet ve masumiyete, bu denli ihanet eden Yunani genliler, hiç bu kadar türememişlerdi. Yüz derisi köselemsi yalan haramileri, böylesine uluorta hortlatılmamış; cehaletin kendinden menkul kapkara mevsimleri,  böylesine iklimlenmemişlerdi. Şehidan Diyarında yurtsever halkın duyarlı fikri, Serhan’ınsa öğrenci Göksel’in elindeki dünya küresine takılıp da aklından geçenleri; Hacı Bedri ağabeyin tok sesi böldü.   

“Kusura bağmayın arğadaşlar, lafın arasına girim! Bağ ki sahan ne diyem Kumandan!” dedi…

“Estağfurullah Hacı ağabey buyurasın!..”

Dünya dualarımız, hakkaniyet vicdanımız, insaniyet pusulamız; umulur ki aklımızdan çıkmasın! “19 Eylül Gaziler Günümüz” Kutlu Olsun!

Not: Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

Yazarın Diğer Yazıları