Skolastik düşünceyi yıkan adam olarak kabul edilen filozof Rene Descartes “düşünüyorum, öyleyse varım” demişti.
Descartes’e kadar Batı’da etkili olan skolastik düşünce1 –ki Doğu’da da durum pek farklı değildi ve Ortadoğu’da skolastik düşünce ivme kazanarak güçlenmeye de devam ediyor- kilisenin egemenliği ve nüfuzu altında aklı ve düşünceyi yasaklamış ve tam bir sürek avı sürdürmüştü yüzyıllar boyunca.
Kilisenin bağnazlıkları karşısında Almanya’da bir keşiş ve vaiz olan Martin Luther ve sonrasında Fransa’da bir papaz ve vaiz olan Jean Calvin hareketi bağnaz düşünceye karşı bir başkaldırı hareketi idi.
O dönemlerdeki akıl ve iman münasebetlerinin daha iyi anlaşılması için Umberto Eco’nun romanından sinemaya uyarlanan Gülün Adı, Martin Luther’in kilisenin bağnazlıklarına karşı vermiş olduğu mücadelenin sinemaya uyarlandığı Luther filmi ve yine Doğu’da Luther ve Calvin’den birkaç yüzyıl önce yaşayan İslam dünyasının ilk akılcı filozoflarından olan İbni Sina’nın hayatını ve İslam’ın altın çağını (İslamın altın çağı Mutezile düşüncesinin hakim olduğu dönemdir) yerle bir eden selefi hareketinin ilk kıvılcımlarının çıktığı zamanı anlatan Hekim filmi meselenin özünün anlaşılması açısından önemlidir. Sözü edilen bu başyapıtların son yirmi yıllık süre içinde hiçbir televizyon kanalında gösterilmemesi de ayrıca dikkat çekici olarak görülmelidir!
Peki, düşünmek, akletmek neden tehlikeli görülür?
Ya da merak edip soru sormak, sorgulamak!
Akıl ve mantık çerçevesinden anlamaya çalışmak, zihindeki bütün soru işaretlerine birer birer cevap aramaya çalışmak neden bu kadar tehlikeli?
Ya da Batı dünyasının Ortaçağda yaşadığı tecrübenin Ortadoğu’da yaklaşık on asırdır güç kazanarak devam ettiğinin ne kadar farkındayız?
Düşünmek ve akletmek bir kimlik meselesidir. Birey olmak, vatandaş olmak bir kimliğin varlığı ile anlam kazanır. Düşünme ve akletme bireye hayatı tanıma fırsatı verir. Birey ancak akılla, düşünceyle varlığının sebebini anlayabilir.
Olayları ve olguları da düşünerek, aklımızı kullanarak anlamaya çalışırız. Neden-sonuç ilişkisi içerisinde bir çıkarsama yaparız. Ve nihayetinde aklımız, düşünme becerimiz bizi mantıklı bir sonuca ulaştırır. Zihnimizdeki bütün sorular düşünme özgürlüğümüz sayesinde cevap bulur.
Akleden, düşünen otoritenin buyruğuna kayıtsız ve şartsız boyun eğmez, itaat etmez. Aklına danışarak doğru ile yanlış, iyi ile kötü, sakıncalı olanla olmayan arasında tercihte bulunur ve hakikat ölçüsünde makul olanın, doğru olanın, haklı olanın, hakkın, hakikatin yanında durur.
Basit bir önermeyle mesele daha iyi anlaşılsın istiyorum.
“18. yüzyıl sonrası Batı, 18. yüzyıl öncesi Batıya göre iki gezegen arasında yolculuk yapacak derecede ilerlerken, 18. yüzyıl sonrası İslam dünyası 18. yüzyıl öncesi İslam dünyasına göre bir arpa boyu kadar ilerleyemedi ve Batı dünyasını taklit etmekten öteye geçemedi.”
İşte iki dünya arasındaki kıyaslama bir nevi aynı koşullardan geçerken Batı yepyeni ve hâkim bir medeniyet inşa ederken, ötekisi olan Doğu, yani İslam dünyası kilise bağnazlığına eşdeğer bağnazlıklara hapsolup kaldı. Günümüzde kaynağını sahip olduğu inançtan aldığını söyleyen radikal, selefi hareketler Ortadoğu’yu ne yazık ki bir kan denizine çevirmişler.
Zamanın koşulları içinde değerlendirdiğimizde dünya üzerinde tam bağımsız, her yönüyle gelişmiş, dünyada sözü dinlenen ve küresel bir güç olarak görülen tek bir İslam ülkesi sayamayız.
Aklını imandan, imanı akıldan, düşünceden soyutlayan iki ayrı grubun varlığında yaşayan bir toplumdan adaletle yönetilen ve refah içinde yaşayan bir medeniyet tasavvuru beklemek ütopyadan başka bir şey olamaz.
Düşüncenin ve düşünce adamının her daim tehlikeli görüldüğü bu coğrafyada hâkim otoritelerce düşünmek ve akletmek her zaman sakıncalı görülmüştür.
Kesin, kat’i, tartışılmaz dogmaların egemen olduğu toplumların kaderi bu gibi nedenlere bağlı olarak kolay kolay değişmez. Ya içerden ya da dışardan bir gücün sömürgesi olmaktan kurtaramaz kendini böylesi toplumlar.
Düşünme ve akletme becerileri törpülenmiş(!) toplumlar madden ve manen işgal edilmiş toplumlardır. Ya dilleri değiştirilmiş ya da kendileri için yeni bir din anlayışı icat edilmiştir.
Günümüzde Afrika’da, Ortadoğu’da, Asya’da, Güney Amerika’da başka ulusların dillerini kabullenmiş onlarca sömürgeleşmiş ülkelerin varlığı buna en güzel kanıt değil midir? Yine Turan coğrafyasında Rusçanın, Afrika’da İngilizce ve Fransızcanın, Güney Amerika’da İspanyolca ve Portekizcenin resmi dil olarak kabul edilmesi başka nasıl izah edilebilir ki?
Ya da Türk insanının yüzde kaçının adı Türkçedir hiç düşündünüz mü?
Ya da şehrin en işlek caddesinde yürürken etrafımızdaki işyeri tabelalarında kaçının adı Türkçedir?
Kendi dilinde düşünemeyen, akledemeyen bir toplum yeni bir medeniyet nasıl inşa edebilir?
İnancını hurafelere, bağnazlıklara, rivayet ve mucizelere indirgeyen bir toplum mana anlamında nasıl yükselebilir ki? Mezhep, tarikat, cemaat ayrışmaları ile kutsanmış yeni inanç anlayışları içinde boğdurulmuş bir toplumdan yeni hayaller kurmayı beklemek ve geleceğe dair ümitler beslemek tıpkı siyasetçilerin seçmenlerine anlattığı masallara benzer.
Böyle bir toplumun ferdi; sanat, estetik, bilim ve düşünceye dair yeni hayaller nasıl kurabilsin ki?
“Düşünüyorum, öyleyse varım” demek, kulluktan kurtulup birey, vatandaş olmanın farkına varmaktır. Modern kölelikten kurtulmak, özgür iradesiyle karar verme ve tercih etme hakkına sahip olmak demektir.
Yaşadığımız coğrafyada özgür iradesiyle karar verebilenler ve tercih edebilenler toplumun kaçta kaçına tekabül ediyor acaba hiç düşündünüz mü?
Çoğumuz bir siyasi düşüncenin, bir inancın, bir siyasi partinin ve liderinin, bir sendika ya da sivil toplumun, mezhep, tarikat ve cemaatin kölesi değil miyiz?
Tercihlerimizi ve kararlarımızı bunlar belirlemiyor mu?
Toplumda ve ülkede yaşanan bütün kötülüklerin anası olarak içerideki farklı düşünenlerin ve dışarıda şer odağı olarak tanımlananların varlığına inanmayı bir kulluk vecibesi olarak gören bir toplumun ferdi olmak içimizi ne kadar acıtıyor?
Geçenlerde 1915 olayları ile ilgili iki siyasi parti liderinin birebir benzer yayınlanan mesajları üzerindeki toplumsal tepkileri gördüm. İçerik olarak birebir örtüşen mesajı yayınlayan ülkenin en yetkili yöneticisi övgü dolu yorumlar alırken diğer siyasi parti lideri yapılan yorumlarla tukaka edilmişti.
İşte kendi başımıza düşünüp akletmeyi başardığımız ve modern kölelikten kendimizi kurtardığımız zaman herhangi bir siyasi akım, parti ya da lider, herhangi bir sivil toplum, mezhep, tarikat ve cemaat bizi etkileyemeyecektir.
Bu coğrafya insanının temel problemi kendi kendine düşünmeyi istememesi! Kendisinin yerine otoritenin düşünmesini arzulaması!
Bu anlayış hâkim otoritenin iktidarda kalma ömrünü uzatmaktan öteye gidemez. Böyle bir anlayışta otorite tarafından sergilenen kötü yönetimlerin kaynağı her zaman dışarda aranır.
Düşünme ve akletme becerileri törpülenmiş ve köreltilmiş toplumlarda otorite kutsal kabul edilir ve bütün kötülüklerle savaşan lider kutsal bir karakter olarak kalabalıklara sunulur.
Sonuç olarak birey düşünme ve akletme becerisi kazandıkça onurlu bir karakter kazanır ve bu da zaman içinde bir kimliğe dönüşür. Karakter ve kimlik düşünme ve akletmenin bir mükâfatıdır. Onun için karaktere ve kimliğe, düşünme ve akletmeyle ulaşılır.
Medeniyet de kimlik ve karakter sahibi toplumların mücadelesinin eseridir.
Karakterini ve kimliğini kaybetmiş toplumların yeni bir medeniyet inşa etme iddiası da olamaz.
Kendini akıldan ve düşünceden soyutlayan bir inancın fertleri de asla yeni bir medeniyet inşa edemez.
Akıl ve düşünce olmazsa birey; birey olunamazsa karakter ve kimlik; karakter ve kimlik olmazsa yeni bir medeniyet inşa etme iddiası da olmaz.
Ezcümle; Düşünen ve akleden birey kişilerin ya da kurumların değil, hakikatin kölesidir.
İşte kul olmakla birey olmak arasındaki temel fark da bu.
Düşünene ve akleden birey olur, vatandaş olur; düşünemeyen ve akledemeyen ise kul.