Sınırsız Yapay, Limitli Maneviyat?
Rüveyda Sadak
Sokaklarda oyna(ya)mayan çocukların, oldukça önemli (!) değer atfeden akıllı ekranlarından bahsedelim biraz. Yapay olanın üstünlük sağladığı ve devamı eksilmeyen artıları için birkaç örnekle biraz yorumsal… Kâğıda yazı yazmak gerçeğini, kamufle edebilir mi bir kalem? Ya da gazete okurken sayfaları çevirmenin her sayfada ayrı bilgi akışını sağlayabilecek, başka bir somut doküman ve okur olabilir mi? Fark atan gerçeklikle denebilir ki olamaz. Bir kitabı okuyup bitirince yorumlamak da yine bireyin gerçek kendisi idi. Öyle ya şu tropik anonim dağarcıktan bir avokado bir mango ya da belki bilumum marjinal isimler dururken, kim ne yapsın tamamen domestik ürün, elmayı! Akıllı bir yapay’a telkin eden yine bir yapay yani aslında yapay’ın, doğal olmayanı değil mi? Doğanın, doğasında bir ağaçtan meyve toplayıp öznel değerlendirmeyle doğala övgüde bulunabilir miydi, yapay? Açıkçası doğal için bir karşılaştırma yapabilseydi bir o kadar da şaşırtırdı. Neden? Çünkü doğal olan bir insan. Okuyan ve düşünen insan, şimdilerde gören ve tüketen insan haline geliyor. Medya, sosyaliyle fütüristik bir boyut kazandırmış olmalı ki sosyo-mantık sadece standart olan bir kavram üzerinden küresele örnek oluyor. Sanal dünyanın, olmayan gerçeğini sürekli topluma entegre eden bir mecra değil miydi, sosyal+medya. Bugün maneviyatın sadece kelimede sınırlı olabileceğini günlük örneklerde görebilmek, çevresel bir mümkün. Şu ünlü kapitalin etüt, kamp gibi kavramsal çokgenleriyle zenginleştirdiği illaki zorunluluğunu, hayatın tek önemsenmesi gereken olarak benimseyip, önemsiz kavramıyla değerli (!) görülen bir boyuttu, ‘Maneviyat’… Söz konusu yaz sezonundan bahsedince bir yılın neredeyse tamamı zaten çalışılması gereken ders bazlı kapsam dahilinde devam ediyor. Öte yanda yaz mevsimi itibariyle üç aylık zaman dilimine sıkıştırılan, kısa vadeli maneviyat yönü ıskalanıyor olabilir mi? Mecburi olunmayan bireysel inisiyatifin geçerli olduğu tek mecra idi, camilerde dinimiz İslam’a dair, kitabımız Kur’an-ı Kerim’in ilk emri, ‘Oku!’ ile öğretilmeye çalışılan Kur’an-ı Kerim’i öğrenebilmek için olmalı değil de olmasa da önemli değil gibi bir kanıksama, hangi yanlışı normalleştirebilir ki? Ya da kapitale verilen değere karşı daha mı az önemli oluyordu, Kur’an-ı Kerim öğrenebilmek. Dış mekânların bireylerle kapitalleşen mobbingini, popüler olana adapte etmeye çalışmak neyi doğru saymaktı? Günümüz şimdi’sinde cami denince bilmiyorum’u, önemsiz ve özensiz şekle getiren mental, markalaştırılan marka mekânlarda, saatleri neredeyse tüm güne tamamlamayı bir tür hiyerarşi sanırken, entel ve entelektüeli anımsatması da tabirin doğrusuydu. Bu da farklı bir anlam harikası (!) olmalı. Manevi kavramının sadece ramazan, oruç, teravih ile sınırlandırılmasının da kavram gerçekliği buydu galiba. Kapitalin piyasa serbesti, harcanan gerçeğin yalnızca para olması gerektiğini ifade etmeye çalışırken, vaktin maneviyatı için ‘don’t panic, no problem’ umursamazlığını yerleştirmeye çalıştığı bir mental tutarsızlığın varlık göstermesi değil miydi?