“Bir toplumdaki medeniyetin ölçüsü nedir?” diye soracak olursak, yüzlerce farklı cevap alırız. Çünkü her birey, kendisinin sıkıntı çektiği bir konuyu, özendiği veya hayal ettiği bir olguyu dile getirmeye çalışacaktır. İşte çözümsüzlük de tam olarak burada kendini gösteriyor.
Bizim toplumuzdaki en temel sorun ‘ben merkeziyetçi’ zihniyettir. Maalesef, her birimizin tek odak noktası kendi öz benliğimizden başka bir şey değil. Oysa toplum düzeni ve ideal medeniyet algısı, ortalama bir şekilde, herkesin haklarını koruyacak şekilde tasarlanmaya çalışılarak elde edilebilir. Bu düzenin herhangi bir noktası bize biraz yakın veya biraz uzak olabilir. Bir miktar fedakârlık ile odağa yaklaşmaya çalışırsak sorun kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Ancak bizim medeniyet algımız ve toplum düzeni anlayışımız, odağa yaklaşmak yerine, odağı kendimize yaklaştırmaya yönelik olduğu için, ortak payda bir kesime giderek uzaklaşmaya başlamaktadır. Hal böyle olunca da medeniyet birileri için oldukça uzakta bir muhayyile olarak görülmekte, birileri için ise medeniyetin merkezinin kendileri olduğu, diğerlerinin ise düzeni bozan tarafta yer aldığı algısını kuvvetlendirmektedir. Bu çelişki (paradoks) ise çözümsüzlüğü beraberinde getirmekte, hatta ve hatta bir adım öteye giderek toplumda derin bir ayrışmaya neden olmaktadır.
Bu ayrışma bir medeniyet kültürü ya da toplum düzeni oluşturmak şöyle dursun iki, üç hatta daha fazla farklı farklı medeniyet ve düzen algısı ortaya çıkaracaktır. Çünkü bana oldukça uzak olan, doğal olarak bana ait değildir. Bu düşünceye, yanlış diyebilir miyiz? Asgari yakınlıkta olması gereken odak noktasını her iki tarafa doğru çekmeye çalışmak çatışmayı beraberinde getirmez mi? Örneğim biraz basit olacak o yüzden affınıza sığınırım. Bu çatışma çocukların halat çekme yarışında, birilerini yenme çabasına benzemiyor mu? Ya benim tarafıma geçip gücümü kabul edeceksin. Ya da elinden geliyorsa sen beni yeneceksin. Halatın ortasına bağlı, üçüncü ve dördüncü bir gurupta varsa, bir hayal edin, gidişat nereye olur? O zaman yüzde yüz bir kazanan çıkmayacağı gibi daha büyük bir kargaşa (kaos) oluşmasına neden olacaktır.
Yukarıda kabaca ifade etmeye çalıştığım durum, birilerinin de ağzının salyalarının akmasına neden olacaktır, olmuştur. Yakın tarihimizi birazcık hatırlarsak net bir şekilde bunu görebiliriz. Bunun için uzman olmaya bile gerek yok. Ortalama bir zekâya sahip herkes bunu rahatlıkla anlayabilir. Asala terörü, sağ-sol olayları, PKK terörü ve FETÖ terör örgütü bunların en çok bilinenleridir. Bakınız bunlar halatı nerelerden tutuyorlar. Asala denilen örgüt, bin yıldır bu topraklarda birlikte yaşamış, odak noktası olarak hoşgörüyü esas almış iki toplumun ayrışmasını hedeflemiştir. PKK ise asalanın güncellenmiş bir sürümüdür ve yaptıkları aşikârdır. Sağ-sol olayları, bu ülkenin öz be öz evlatlarını, komşularını ve hatta kardeşlerini karşı karşıya getirmiştir. Hain FETÖ terör örgütü ise odak noktasına birçok halat bağlayarak çekmeye çalışmış ve toplumsal düzenin, medeniyet birlikteliğinin, dini hassasiyetlerin hepsini hedef alarak odak dışına taşırmaya çalışmıştır.
Her toplumda mutlaka yönetenler ve yönetilenler olacaktır. Demokrasiler, bu hiyerarşiyi en güzel biçimde tasarımlamak (dizayn etmek) için vardır. Ancak, “Bana oy verenler benden, oy vermeyenler ise karşı taraftandır.” anlayışı başka bir ayrışmayı tetikleyecektir. Hal böyle olunca, her seçilmiş, kendi kurallarını dikte etmek ile itham edilecek ve bununla yüzleşmek zorunda kalacaktır. Paralel olarak ortaya çıkan karşıt görüş reflekslerinin ise kendilerine yeni bir oksijen arayışları, ateşin üzerine dökülen ve alevi harlandırmaktan başka bir işe yaramayan oksijene benzeyecektir. Normal şartlarda, hayat vermesi gereken oksijen, fırsat kollayan tek dişi kalmış canavarların eline geçince, kötü özelliği olan yanıcı yüzünü göstererek, yakıcı bir hal alacaktır. Buradan da medeni bir birlikteliğin oluşmayacağı kesindir.
Peki, çözüm nedir?
Yukarıda satır arasında verdiğimiz iki kavram eminim hepinizin dikkatini çekmiştir.
“Hoşgörü” ve “Fedakârlık”
Fedakârlık ve hoşgörü kültürü olmadığı sürece, yasa koyucular ve düzenleyiciler kimler olurlarsa olsunlar, ortaya koydukları metinler ve çözüm yolları hiçbir işe yaramayacaktır. Yani benmerkezcilikten uzaklaşıp, biz olabilmemiz için, birazcık fedakârlık ile kendimize istediğimiz hoşgörünün en azından yarısını paylaşmayı becerebilirsek, belki o zaman ölçülü bir medeni yapıya kavuşabiliriz. Aslında hepimiz bu kavramların manasını pekâlâ biliyoruz. Eğer aksi bir durum varsa, işte o zaman her şey için zaten çok geç demektir.
Sanırım meramımız anlaşılmıştır.