Hz. Süleyman’ın kuşlarla konuşabildiği, cinler, insanlar ve kuşlardan oluşan bir orduyu kumanda ettiği Neml Suresi 17.ayette sabittir. Neml Suresi 17-30 ayetleri arasında bahsi geçen hadisede “Hüdhüd” kuşu da ismen belirtilmektedir. Hüdhüd, çavuş kuşu denilen ve kendisine özgü nağmelerle öten bir kuş türünün adıdır. Bu ayette zikredilen Hüdhüd ’ün ise Süleyman’ın emrine verilmiş özel bir yaratık olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıdaki gerçekliği belirttikten sonra şimdi de Simurg kuşundan bahsedelim. Simurg; İslâm tasavvuf ve sanatında Anka, halk arasında Zümrüdüanka adlarıyla anılan efsanevî bir kuştur. Çeşitli rivayetleri bulunan efsanelere göre Kafdağı’nın tepesinde direkleri abanoz, sandal ve öd ağacından yapılmış köşk benzeri bir yuvada yaşamaktadır. Kuşlar padişahı/kralı olarak adlandırıldığı da olmuştur. Görünüşü ve biçimi ise çok çeşitli şekillerde tasvir edilmiştir. Ama bizi ilgilendiren kısmı, ulaşılması zor bir yer ve makamda oluşudur.
Bu konuyu işleyen en önemli eser Ferîdüddin Attâr tarafından yazılan Mantıku’t Tayr (Kuş Dili) adlı tasavvuf mesnevisidir.
Mantıku’t Tayr’ın konusu kısaca şöyledir: Kuşlar kendi aralarında toplanıp hiçbir ülkenin padişahsız olmadığını, padişahsız ülkede düzen kurulamayacağını belirtirler. Aralarında bulunan ve mürşidi temsil eden Hüdhüd, Simurg adında bir kuşlar padişahının olduğunu ve ona ulaşmak için yol gösterebileceğini söyler. Hüdhüd’ ün öncülüğünde toplanırlar. Fakat yolun uzak ve zorluklarla dolu olduğunu anlayınca bülbül, tavus, kaz, keklik, hüma, doğan, baykuş ve diğer bazı kuşlar bahaneler ileri sürerek yolculuktan vazgeçmek isterler. Burada Kaz ile Hüdhüd arsında var olduğu mecaz edilen diyalog inanılmaz öğretiler barındırmaktadır. Gerçi hepsinde güzel öğretiler var ama ben bu hikâyeyi köşeme taşımak istedim. Sözü uzatmadan hikâyeye geçelim. Ondan sonra birkaç kelam ederiz elbet.
Kaz’ın Mazeret Sunması:
Kaz, yüzlerce temizlikle sudan çıkıp elbiselerin hayırlısı olan beyazlara bürünmüş olarak topluluğun arasından geçti, huzura geldi.
Dedi ki: “Hiç kimse, iki âlemde de benden temiz yüzlü, temiz özlü birisi bulunduğunu haber vermemiştir. Her an güzelce gusletmekteyim, seccademi suyun üzerine sermişim ben! Benim gibi kim su üstünde durabilir? Kerametlerimde şüphe yok. Kuşların zahidiyim, reyim, kararım aydınlık ve temizdir. Daima hem elbisem temiz hem yerim, yurdum temiz. Susuz âlemde duramam ben, çünkü azığım da sudur, varlığım, hayatım da sudur! Âlemde benim gönlümde dertliydi ama gönlümdeki derdi yudum, arıttım, temizledim ben! Çünkü soluk arkadaşım su. Burada su yok, ben karada nasıl olur da muradıma erişebilirim? Benim işim su iledir. Alın yazım böyle. Artık sudan nasıl ayrılabilirim? Her var olan suyla diridir. Şu halde sudan el çekmemeliyim! Bu vadiyi nasıl aşarım? Simurg’a ulaşamam ki ben! Adamın, bir kıvılcım bile canını yakarsa ateş denizinden nasıl olur da haber alır? İnsanın kıblesi su olursa artık Simurg’dan murad almasına imkân var mı?”
Hüdhüd ’ün Cevabı:
Hüdhüd dedi ki:
“Ey sudan hoşlanan, su, canını ateş haline getirmiş haberin yok! Suda ne güzel uykuya dalmışsın, bir katrecik su gelmişte senin yüzünün suyunu almış götürmüş! Su, yüzü yıkanmamışlara lazımdır. Sende yüzü kirli bir pissen yürü, su ara! Aydın su gibi, nereye kadar her yüzü yıkanmamış pis adamın yüzünü görüp duracaksın?”
Aslında pekte yoruma gerek olmayan gayet açıklayıcı bir metin. Ama madem köşe yazıyoruz, bir şeyler söyleyelim. Hikâyede vurguladığı gibi, başımız dara düşünce bundan kurtulmak için ne kadar ustaca mazeretler üretebiliyoruz. Bunu yaparken, kendimizi övmeyi de asla ihmal etmeyiz. Ne kadar mübarek ve muteber biz zat olduğumuzu, aslında ne kadar büyük işler başardığımızı çeşitli örneklerle anlatır dururuz. “Kaz” temizliğinin sudan geldiğine inanıyor. Oysa temizlik kalpten gelen bir şey olsa gerektir. Bir insanın kalbi kararmış ise, su değil ancak halis bir tövbe onu temizleyebilir. Kibir tüm güzellikleri kirletir. Zaten Hüdhüd de, “bir katrecik su gelmişte senin yüzünün suyunu almış götürmüş.” İfadesi ile bunu kastetmektedir. Savunmasının başında Kaz’ın kendini övmesi ve seccadesini su üstüne serince aldığı sevabın katlanacağına ve kendisini kurtaracağına inanması da yine kibrin bir göstergesidir. Ona verilen ayrıcalıkların yaratanın bir lütfu olduğunun ve verdiği gibi alacağının farkında bile değildir. Zaten bize bahşedilen güzellikleri hep kendimizden, kötülükleri ise hep başkasından biliyoruz. Firavun ’un da birçok ayrıcalığı vardı ama su içinde boğulmaktan kurtulamadı. Çünkü Kızıl Deniz’in ikiye ayrılmasını Allah’ın mucize bahşettiği Musa’dan değil, kendinden biliyordu. Kibri onu kör etmişti. Musa’ya geçit veren deniz, ona hayli hayli vermeliydi. Kibri, mülkün ve nimetin sahibinin kim olduğunu unutturmuştu.
Birkaç kelam da Hüdhüd için edelim. Hüdhüd bu kutlu yolda kuşların mihmandarıdır. Yeise kapıldıkları zamanlarda, onları öğütleri ile isteklendiren konumundadır. Buradan çıkaracağımız ders ise insanların sıkıştıkları zaman, kendilerini kurtarmak için mazeret üretmeleri yerine yol göstericilerinin ayak izlerini takip etmeleri gerektiğidir. Kimdir, o yol göstericiler? Tabi ki Kur’an ve Peygamberin sünnetidir.
Yolculuğun sonunu merak edenler için söyleyeyim. Hüdhüd’ ün yol göstericiliğinde tüm zorluklara rağmen Simurg’ a ulaştılar. Ne mi gördüler? Gördükleri Simurg, kendilerinden başka bir varlık değildi. Simurg’da kendilerini, kendilerinde Simurg’u görüp hayretler içinde kalırlar.
Evet, arkadaşlar hayat dediğimiz kısa yol bitip, ebet âleme ulaşınca orada göreceğimiz ilk şey yine kendimiz olacağız. Bir farkla, bu kez kibrimiz, mazeret ve yalanlarımız asla bizi kurtaramayacak. Boğulma yada karşıya geçebilme sırası bize gelmiştir.