Son günlerde neredeyse her yerde, yazımın başlığının isim babası olan şarkı sözlerini duyar olduk. “Semicenk” isimli genç bir müzisyen arkadaşımız son derece güzel bir şekilde yorumlamış, şarkıyı. Benim de severek dinlediğim bir parça olduğunu söylemeliyim. Şarkıyı her duyduğumda aklıma gelen bir düşünce ise bu yazıyı yazmama vesile oldu.
İsterseniz önce şarkının ilginç hikâyesine kısaca değinelim. Sonra da bana çağrıştırdıkları ile devam ederiz.
Bu şarkının sözleri Yılmaz TATLISES’ e müziği ise Burhan BAYAR’ a aittir. Bayar soyadını duyunca, özellikle 80 ve 90’ lı yılları iyi hatırlayanlar hemen Bayar Müzik firmasını akıllara getirmiştir. Şarkı ilk olarak 1988 yılında Bayar Müzik firmasının, “Halk Konserleri” adlı albümünde İbrahim TATLISES tarafından seslendirilerek, resmi olarak satışa sunulmuştur. Müslüm GÜRSES’ in ise bu şarkıyı daha önce çıkan albümleri için yedek şarkı olarak seslendirip kayıt altına aldığı, ancak şirket tarafından hiçbir albümünde parçaya yer verilmediği bilinmektedir. Söz konusu şarkı, namı değer Müslüm Baba’nın ölümünden sonra, bir süre telif hakları ile cebelleşildikten sonra yayınlanabilmiştir. Tabi daha fazla detay var. Ama bu kadarı bile şarkının hikâyesi ile de ne kadar etkileyici olduğunu anlatmaya yetmiştir.
Bu tarz şarkıların popüler olması 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Arabesk adı ile bilinen ve bazı çevrelerce Orhan GENCEBAY tarzı müzik olarak ta adlandırılan bu müzik türü Türk Halk ve Sanat Müziğine zarar verdiği gerekçesi ile 1970-1990 tarihleri arasında TRT tarafından sansürlenmiş ve yayın yasağı getirilmiştir.
Arabesk müziğe uygulanan bu yasak, halkın bir kesimini durdurmak şöyle dursun, bu müziğin fanatiklerinin oluşmasına sebep olmuştur. Sevdaya dair duyguları ön plana çıkarması bu tarzın itici unsuru olmuştur. Arabeskin dört ası olarak bilinen Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur ve daha sonra ki yıllarda İbrahim Tatlıses kasetleri tabiri caizse yok satıyorlardı. Resmi satışların yanında milyonlarca kopyası da elden ele dolaşıyordu. Özel izin alınarak yapılan konserler adeta mahşer yerini andırıyordu. Çünkü başka bir mecrada bu özel sesleri ve şarkılarını dinlemek (TV ve Radyo) imkânsıza yakın bir şeydi. Özel radyo ve televizyonların da henüz kurulmamış olması alanı iyice daraltıyordu. Hoş kurulsa da yasağın onları kapsaması da kuvvetle muhtemel olurdu. O dönemki sinema filmleri bir nevi görümsetme (klip) yerine kullanılıyordu. Hatta hatırı sayılır derecede hasılat da yapıyorlardı. Buraya ara sıcak olarak şöyle bir hikayecik (anekdot) de ekleyecek olursak “Eyvah Neye Yarar” şarkısı Müslüm Gürses’ in başrolünde yer aldığı “Çığlık” ve “Hasret” filmlerinde alt yapı (Fon müziği) olarak kullanılmıştır.
1990’dan sonra yoğunlaşan özellikle yabancı ağırlıklı pop müzik akımı, insanları resmi olmayan toplumsal bir kutuplaşmaya doğru götürmeye başladı. Nispeten daha zengin diyebileceğimiz kesim ve bu kesimin gençleri, eğlence sektörünün de farklılaşmaya başlamasıyla (gazinoların yerini yavaş yavaş disko ve gece kulüplerinin alması) pop müziğe yönelmeye başladılar. Dar gelirli, gençler ise arabesk müzik fanatikleri olarak kendi alanlarını iyice tahkim ettiler. Çünkü acı çekmek fakir sanatıydı ve arabesk bunun karşılığını hakkı ile veriyordu. Pop akımının zenginler tarafından aşırı sahiplenilmesi ise arabesk severlerin sınıfsal bir ötekileştirilmeye maruz bırakılmasına neden oldu. Pop sevdalısı güçlüler arabesk dinleyen gençleri “KIRO” olarak nitelendirmeye başladılar. Çünkü onların gözünde arabesk dinleyenler mutlak suretle cahildir ve cahilse kesin olarak kırodur anlayışı zirve yapmıştı. Hatta bu durum bazı Orhan Gencebay ve İbrahim Tatlıses filmlerinde bile işlenmiştir. Arabeskçiler ise popçulara “entel” gibi yakıştırmalar yapıyorlardı. Bence, bu çatışmanın mağlubu sanki arabeskçilerdi. Zaten yasaklar da gücün kimde olduğunu sembolize ediyordu.
Anlayacağınız, o dönemde de insanları ötekileştirmek son derece modaydı. Sanat yolu ile ötekileştirmek te kullanılan yöntemlerden biriydi. Çünkü toplumu bölmek için tüm cepheleri tahkim etmek gerekirdi. Din ve ırk ekseni tek başına yeterli olmayabilirdi. Bölücü, ayrıştırıcı, kutuplaştırıcı zihniyetin fikir babaları her alanda da derslerini çok iyi çalışıyorlar. Müslüm Gürses, alkoliktir, o yüzden onu dinleyenlerde onun gibidir. Orhan Gencebay, arabesk diyerek Arap kültürünü içimize sokmaya çalışıyor. İbrahim Tatlıses düne kadar inşaat işçisiydi zaten kıroydu. Nota da bilmiyor, o nedenle aristokratlar bu zümreye dâhil olamazdı. Ferdi Tayfur ise duygu istismarı yapıyor. Gibi gibi bir sürü safsata ile toplum mühendislikleri yapıldı. Başarılı da oldular.
Son yıllarda arabesk şarkıların tekrar tekrar yorumlanıp piyasaya servis edilmesi yukarıda da söyleyeceğimi belirttiğim şu düşünceyi aklıma getiriyor. Ne değişti de arabesk yeniden popüler oldu? Ben size söyleyeyim çünkü yeni üretim yok, eski şarkılardaki ruh yenilerde yokta o yüzden. Ayrıca gençlik yıllarımdan beri koyu bir arabesk sevici (kıro) olarak söylemek isterim ki; “Hani biz kıroyduk. sizler ilericiydiniz.” (Şarkıyla nasıl ilerici ya da gerici olunuyorduysa?!) O zaman şimdi yeni yorumlanan bu şarkıları dinleyen gençlere ve milyonlara kıromu demeliyiz? Bu sanatçıların hayatlarını beyaz perdeye aktaranlara, o filmleri izlemeye gidenlere de mi kıro demeliyiz? Yok yok bunlar yeni yorum ve şarkıları biraz farklılaştırdılar diye, bizde yumuşatıp “kıromsu” mu desek acaba? Netice itibari ile bu yeni yorumlar birer taklit değil mi? Sizi gidi “taklitçiler” mi deseydik yoksa? Takdir sizlerin demeyeceğim. Çünkü o zamanki kıro veya entel yakıştırmaları ne kadar yanlıştıysa bugün böylesi adlandırmalar da o kadar yanlış ve ayrıştırıcı olur. Bizde öyle yaparsak, bize de “Eyvah! Neye yaradı.” demezler mi? Bizim amacımız empati kurup, pozitif bir farkındalık oluşturmak.
Sanatın bazı dallarını ya da bazı icracıları sevmeyebiliriz. Ama sevenleri de yaftalamak ne derece doğru olur? Onları karşımıza almak yerine saygı duyup, “benim tarzım değil” demek kanaatimce daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Tabi ki sanat adı altında toplumumuzu kökten baltalayanlardan bahsetmiyorum. Mesela, şarkının sözlerinden ve çalgı aletinin (enstrümanın) icrasından çok, söyleyene ya da yanındaki dansçı ve vokalistlere bakıyorsak işte o sanat değildir. Müziğin türü ne olursa olsun değildir. Toplam dört satırlık eserleri de sanattan saymıyorum. Bununla ilgili fikrimi de daha önceki yazılarımda belirtmiştim.
Bu arada öze sadık kalınarak yapılan yeni yorumlamaları severim ama onun dışındakiler “tarzım değil.” Bilmem anlatabildim mi?