Karışık duygular içindeyim! Hem üzüntülü hem sevinçli, hem öfkeli, hem şaşkınım!
Beni halden hale sokan, tüm duygularımın hepsini tetikleyen bir kitap okudum. Şimdiye kadar neden okumadım diye kendime çok kızdım. O kadar okul okuduk, birçok öğretici hayatımıza girdi. Onca yaş yaşadık, bir dünya insan tanıdık, kimi kendine muhafazakâr dedi, kimi milliyetçi vs. vs. Allah’a ve Peygamberine bu kadar sadık, aynı zamanda vatanına milletine bağlı bir şahsiyeti ve onu anlatan bu eseri kimse üzerine mal etmedi mi? Hiç mi bir Allah’ın kulu beni, bizleri haberdar etmedi. Bu kitabı, tavsiye etmedi. Nasıl kör bir dünyada yaşıyoruz. Aynı zamanda mutluyum da, çünkü en azından geçte olsa daha iyi tanıdım, öğrendim, bilgilendim.
On beş günde bir yazdığım köşemin, gününün bir an evvel gelip bu yazının sizlerle buluşması için de sabırsızlandım. Bu yüzden de ayrıca heyecanlıyım. Buraya kadar saçmalamış olabilirim, birilerini kırmış olabilirim. Ama kesinlikle özür dilemiyorum. Çünkü böyle bir kitabın varlığını bilip de beni haberdar etmeyen herkesten şikâyetçiyim. Yakın tarihine bu kadar sırtını dönen, kör bakan bir millet daha var mıdır acaba?
Buradan şu sonucu da çıkarmayalım. Birazdan anlatacağım şahsiyeti, tanımıyor bilmiyor değildim. Sadece bu kadar detaylı anlatıma sahip bu kitaptan yeni haberdar oldum.
Sözü çok uzatmadan hemen paylaşmak istiyorum. Bu muhteşem eser Feridun Kandemir’in kaleme aldığı; “Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası” adlı kitabıdır. Kitabın en önemli özelliklerinden biri kaleme alan yazarın Medine Müdafaasına bizatihi katılarak tarihe şahitlik etmesidir.
Feridun Bey’in Medine Müdafaasından yıllar sonra Fahreddin Paşa ile bir araya geldiği bir gün: “Paşam neden hatıralarınızı kaleme almıyorsunuz? Bu destanı neden insanlara anlatmıyorsunuz?” mealinde ısrar etmesi üzerine Paşa şöyle cevap vermiştir: “Herkes sadece vatana borçlu olduğu işi yapar ve orada işi biter.” Yazarın defaten ısrar etmesi üzerine: “Bana bak Medineli (Paşa Hicaz’da birlikte olduğu asker ve arkadaşlarına Medineli dermiş), demişti, boşuna kendini yorma. Hiç kimse bana: “Bir zamanlar şöyle yaptım, böyle ettim” dedirtemez. Ne yapılmışsa, bütün vesikalariyle tarihe bırakılmıştır. Ne diyeceğini kestirerek, konuşacak olan ancak odur.” demiştir. Bu ifadeler bile karşımızdaki şahsın kim olduğunu anlatmaya yetiyor aslında.
Yazarın bu kitabı yazmasına en büyük sebeplerden biri de; düşmanlarının bile “Çöl Kaplanı” olarak adlandırıp onurlandırdığı bu büyük komutanın, kendi ülkesinde Arabistanlı Lavrens adıyla bilinen İngiliz ajanından daha az tanınıyor olmasıdır. Hatta Matbua Umum Müdürlüğünün 1925 yılında yayınladığı dergisinde Lavrens’i öven bir tefrika yayınlaması Feridun Kandemir’i derinden üzmüştür. Üstelik bunlardan onlarcasının da yayınlandığını kitabında anlatmaktadır. Bende yazara katılıyorum; Lavrens, bu Ülkede Fahrettin Paşa’dan daha çok tanınıyorsa bundan utanmalıyız.
Daha önsözünden itibaren bizleri heyecana, üzüntüye, öfkeye ve gurura; yani anlayacağınız birçok duyguya gark eden bu kitap, salt bir Medine Müdafaası anlatımı değildir. Hicaz cephesi ve Kanal Harekâtında yaşananları tüm çıplaklığı ile ortaya dökmektedir. Şerif Hüseyin isyanının nasıl başladığı, hangi Arap kabilelerinin buna destek verdiği, hangilerinin Osmanlıya sadık kaldığı net ve anlaşılır bir şekilde anlatılmıştır. Kanal Harekâtı sırasında yapılan yanlışların neler olduğu; tabi ki Kanal Harekâtında Türk Ordusu mağlup olduğu için hep yanlış yapıldığı düşünülmesin, işte bu kitapta doğruları ve yanlışlarıyla olayların hepsine yer verilmiştir. Savaş sonunda birçok Arap kabilesinin ne büyük gaflet içerisinde olduklarını anlamaları, pişmanlıkları da yine bu kitapta anlatılmaktadır.
Hep Arap ihaneti ekseninde düşündüğümüz bu cephede, aslında Yahudilerin de ne kadar büyük bir rol aldıklarını, okuyunca şaşıracağınızdan eminim. Her zaman olduğu gibi bizi nasıl ustalıkla arkadan hançerlediklerini göreceksiniz. Türk istihbaratının bunlarla olan mücadelesi de oldukça ilginç bir hadisedir. İstihbarat anlamında elde edilen başarılar da başarısızlıklar da bu kitabın ilgi çekici konularından biridir.
Medine Müdafaasında; Fahrettin Paşanın askeri dehasını, dirayetli tutumunu, açlık, susuzluk ve imkânsızlıklar içinde askerlerini nasıl bir arada tuttuğu bu destansı müdafaayı, eğer kitabı okursanız daha net anlayacaksınız. Hatta söylediklerimin ne kadar eksik kaldığını göreceksiniz.
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Paşa’nın teslim olması için gönderilen emre nasıl direndiği, Medine’yi bırakmamak için nasıl çabaladığının anlatıldığı kısımlar ise anlayanlar için oldukça duygusal bir vakadır. Paşanın teslim olması için kendi yanı başındaki korkaklar tarafından fiili olmasa da nasıl manevi bir ihanete uğradığı, Paşanın buna bile direnmek için tek başına nasıl bir fikri mücadele verdiği de oldukça çarpıcıdır. Kendisini ikna edebilmek için Ravza’ya hiçbir gayri müslim askerin girmeyeceği sözünün verilmesi gibi birçok şeyden sonra, tek başına kalıp, teslim olmayı askerleri lehine kabul etmek zorunda kalması da oldukça duygusaldır. Teslim olmadan evvel son kez ziyaret ettiği Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in kabrinden ayrılamaması, elinden gelecek hiçbir şeyin kalmamasına rağmen kendini Peygambere ihanet ediyormuş gibi görmesi de hem Paşa’yı hem de bizleri derinden yaralamaktadır.
Hele hele kitabın 199. sayfasında; Paşa’nın teslim olduktan sonra Emir Ali’nin kendi ağzından anlattıkları “Çöl Kaplanı” lakabının destansı özeti gibidir.
Çok şeyler söylenebilir. Daha bu yazdıklarım devede kulak, okyanusta damla değil. O yüzden ne yazarsam eksik kalacak. Söyleyecek son sözüm şudur:
“Mutlaka okuyun, okutturun!”