Mustafa Demirbağ

Adıyla yaşasın

Mustafa Demirbağ

Geçen gün ülkemizin güzide market zincirlerinden birinde ağzımı tatlandıracak bir şeyler bakıyordum. Zira ağzımda anlamsız bir acılık vardı. Reyonlar arasında gezerken, dört, beş yaşlarında olduğunu düşündüğüm, esmer, saçları asker tıraşı kıvamında kesilmiş bir erkek çocuk, üç kez “Abe, abe, abe” diye seslendi bana.. Elazığlı olmanın o her yerde kendini belli eden şivesi şimdiden tüm sesine sirayet etmişti sanki. Önce üstüme almadım çağrıyı. “Bana değildir yahu, abi olacak yaşı çoktan geçtim.” Birde dört kardeşin en küçüğü ve tek erkek çocuk olmamdan dolayı bu hitap bana oldukça yabancı sayılır. Yeğen olarak hep ablam çocukları oluğu için “Dayı” denmesine alışkın biriyim ben. Üstelik neredeyse bu sıfat üstüme yapışmış bir durumdur. Fakat bana doğru yaklaşmaya başlayınca anladım, bana seslendiğini. Hani, gururum okşanmadı da değil. El kadar sabinin bilmeden yapmış olduğu basit bir iltifat bile insanı hemen nasılda havaya sokuyor. Demek ki düşündüğüm kadar yaşlanmamışım. Ancak, “Bal, bal demekle ağız tatlanmaz!..” demiş, atalarımız. Geçen zamanı geri getirmek mümkün değil.

Mevzuya geri dönelim. Küçük yavrumuz, bana bakıp öyle bir tebessüm attı ki, ben anlayamadım, bir şey isteme durumu değildi bu. Sadece gülüyordu. Anlık bir şeydi. Anlatırken sanki saatler geçmiş gibi geliyor insana. Ben ağzımı açıp tek kelime edemeden annesi hemen elini tutup götürdü zaten.

Benim bilmediğim ne görüyordu acaba bende, ona bu tebessümü veren şey neydi?

Aslında çok şey anlatıyor bu durum. Çocuklar daima güzel görür, güzel bakar ve düşünürler. Allah (c.c) tarafından günahsız, saf ve tertemiz yaratılıp bizlere hediye edilen çocuklarımız, biz ebeveynler hiç karışmasak, etraflarındaki bizim görmediğimiz, aslında görmediğimiz değil, göremediğimiz, görmek istemediğimiz bütün güzellikleri görmeye devam edecekler ve hayatları boyunca yüzlerindeki o tebessüm belki de hiç bozulmayacak.

Ana rahminden dünyaya ağlayarak bakış atan bu mucize varlıkları ilk günden itibaren değiştirmeye ve şekillendirmeye çalışıyoruz. Dünya ya ışık olacak o saf gülümsemelerini bile bizden habersiz yapmasınlar istiyoruz. Anlayacağınız, çocuklarımızın tüm saflıklarını ellerinden biz alıyoruz.

İlk dokunuşumuz evladımıza bir isim koymakla başlıyor. Allah (c.c)’ın “Sen elbette üstün bir ahlaka sahipsin.” (Kalem Suresi 4. Ayet) dediği Hz. Peygamberimiz (s.a.v)’ de bizlere “Siz kıyamet günü, kendi isimleriniz ve babalarınızın ismi ile çağırılacaksınız. Öyle ise, isimlerinizi güzel kılın.”(Ebû Dâvûd, Edeb, 70.) diyerek öğütlediği halde acaba bunu ne kadar dikkate alıyoruz. Son yıllarda çocuklarımızın isimlerini bile popüler kültüre kurban etmeye başlamadık mı?

İsim çok mu önemli? Bu kadar sorun varken buraya mı takıldık?

Burada çocuk yetiştirmeyle alakalı teferruatlı, akademik bilgileri de rahatlıkla anlatabiliriz tabi ki. Uzun yıllar üzerinde çalışılmış, konuşulmuş tartışılmış ve kitap haline getirilmiş bilgileri kaynak vererek te belirtebiliriz. Onların hepsi de değerli bilgilerdir. Buradaki amacım bakış açısını farklılaştırmak. Belki çok küçük ve önemsiz gibi görünen bir şeyin, detaylı düşünülünce çok farklı şeyler ifade edebileceğine vurgu yapmak istiyorum. Güzel ve anlamlı bir başlangıç belki beraberinde başkaca güzellikleri getirebilir. Ayrıca eğer bize öğüt verenin üstün ahlakın sahibi olduğuna iman ettiğimiz Hz. Peygamber (s.a.v) olduğunu düşünecek olursak acaba bundan ne kaybımız olabilir.

Müminlerin Annesi Hz. Âişe (r.a), “Hz. Peygamber (s.a.v.) çirkin isimleri değiştirirdi.” (Tirmizî, Edeb, 66), diyor bizlere. Demek ki bu, düşündüğümüz kadar önemsiz bir konu değil. Çocuklarımıza isim vermek bu kadar önemsiz bir şey olsaydı. İlk yaptığımız şey olmasa gerekti. Hatta kimi zaman bu

konu aile içinde şiddetli tartışmalara bile yol açmıyor mu? Önemsiz olsaydı sanırım bu tartışmalar da olmazdı.

Büyüklerimizden bize kalan, “Adıyla yaşasın.”, “Adına layık bir evlat olsun.” diye çok güzel temennilerimiz vardır. Belki çocuklarımız, “Ali” olmanın ilmini taşımak isteyeceklerdi, “Fatma” olmanın edebini üzerlerinde hissedeceklerdi, “Yunus” olmanın sabrına erişmek için gayret edeceklerdi. “Kaya” olmanın ağırlığındansa “Osman” olmanın ağırlığını tercih edeceklerdi. Belki de adı “Ömer” olmasaydı, “Ömer bin Abdülaziz’in” adaletinden bahsetmeyecektik. Kim bilir? Bunları düşünmekte fayda var kanaatindeyim.

Son yıllarda bu konunun önemi hakkında akademik görüşler de ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu görüşlere “Çağın bilgesi Google’a” bir cümle yazarak ulaşmak mümkündür. Dediğim gibi ben işin başka yerinde olduğum için bu akademik görüşleri araştırmayı sizlere bırakıyorum.

Bir sosyal medya ironisi ile bu faslı kapatalım. “ Gün gelecek Berkecan diye dedeler, Pelinsu diye nineler olacak. İşte biz o zaman tükeneceğiz.”

Yazarın Diğer Yazıları