Bed­ret­tin Ke­leş­te­mur

Çanakkale'yi konuşmak, geleceği konuşmaktır

Bed­ret­tin Ke­leş­te­mur

Çanakkale bir milletin hak katında, kıyama duruşu! Sükutun  çığlığa
dönüşü,  Ölüm ile hayat arasındaki, ince perdenin kalkmasıdır!.. O
küçücük kara parçasında aklın ötesine taşan harikulade hadiselerin
yaşanması.
Düşünelim, bu küçük kara parçasında, 253 bin şehit vermişiz… Toprak o
kadar ıslanmış ki, alnınızı secdeye koyduğunuzda; şühedanın kokusunu
alıyorsunuz... Ve huşu içerisinde geçmişle gelecek arasında sürekli
alıp veriyorsunuz. Bir milletin ayakta kalması, tekrar hayat bulması,
hürriyet ve istiklalini koruması için, ‘ya şehit, ya da gazi olmak...’
gibi iki mükerrem sıfatı seçmesi.
253 bin, ‘yetişmiş nesil…’ bizlere, Çanakkale’de hayatı ve hürriyeti
ikrâm ediyorlardı.. Bizlere, bu milletin asla esir olamayacağını
hayatları pahasına telkin ediyorlardı! Çanakkale’yi geçilmez yapan en
büyük sır ise, “eti kemiğe bürünmüş” manevi ihtiramı ile yüksek bir
ruha, yüksek bir şuura, yüksek bir iman ve aksiyona sahip oluşudur!
Çanakkale hakkında anlatılan ve binlerce sayfayı; ciltler dolusu
hatıralarda, bu milleti kaderi ilahide o deruni cilvelerle, manevi
derslerle imtihandan imtihana taşıyan ve, insanlığın önüne sır
perdelerini araladığı safhalardan geçiriyor!
Şair, öyle bir ruh haletine giriyor ki, sözün özünde manevi bir
muhatap buluyor; “Bedrin aslanları…”  Bedir, İslâm’ın ilk imtihanı…
Ve, Allah Resulünün dualarla kainatı saran yakarışları… 14 asır
sonrasında, “garip olarak doğan bir kutlu dinin, ahir zamanda garip
askerleri…” aynı akıbetle yüz yüzeler.. O yüzler, öyle masumane, öyle
mazlumane bir kemal mertebesine yükselmişler ki, aman Allah’ım o ne
güzel bir an!
O yüzleri, o anı; Çanakkale harbine Josef Miller ismi ile katılan ve
ömrünün son baharında, ‘Ömer…’  adını alan Anzaklı, kendisini tedavi
eden Türk doktora anlatıyor;  “Evladım! Ben bunları sizin
dedelerinizde görmüştüm. Onlar, harbin en zor anlarında iken, hatta
ölüme adım atarlarken bile dillerinden Allah’ın zikrini
düşürmüyorlardı. Onlar, tespihlerini çekerken, yüzlerinde bambaşka
haller ve güzellikler sezerdim. Ömrümün şu son günlerinde ben de o
hali yaşamak istiyorum…”
Çanakkale, öyle bir nefis imtihanı ki; düşmanını bile teslim
alabiliyor, ilahi vecde getirebiliyor!
Çanakkale’ye, cepheye gidebilmek için; erzak temininde bir Yahudi
tüccarının kapısını çalan Zabit Muzaffer, sabaha kadar çalışarak
aslından ayırt edilemeyen yüz liralık kağıt paranın üzerine,  “Bedeli
Derseâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır” ibaresi yerine,
“Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır…” ibaresini
yazar. Erzakını alarak Çanakkale’nin yolunu tutar! O altın değerindeki
bedel, ‘vatan uğrunda akıtılan kanlarıdır…’
Tarihi tespit, Çanakkale’deki manevi cereyanı gözler önüne seren bir
hakikat; İngilizlerin Kraliyet Norfoik Alayının, 267 kişilik bir
bölümünü;  “Kayacık Ağılı mevkiinden Damakçı Bayırının hemen
karşısında ki tepede duran soluk renkte bir bulut, bütün yükünü alarak
havalanmıştı!”
Çanakkale bizlere;  fizik ötesi bir ders veriyor!  Öyle ki, Çanakkale
savaşlarının en sıkıntılı, en zorlu anında Binbaşı Lütfü Bey dayanamaz
yürekten gelen, iman ve İhlâs dolu bir seda ile haykırmaya başlar;
“Yetiş Ya Muhammed! Kitabın elden gidiyor!”  Şairimiz aynı mana
kıvamında bütün ruhunu mısralarla boyar; “Bu ordu, İslâm’ın son
ordusudur Yarab!”
Elbette, tarihin bu en çetin düğümünde; analar, “Ben İsmailler
doğurmuşum...” diyeceklerdi! Elbette, köleliğin uğursuz zincirlerinin
kırılacağı tarihin dar boğazında; analar, çocuklarına kınalı koyunlar
misali, saçlarına kınalar yakarak vatan imdadına göndereceklerdi!
Elbette, her haliyle ve her anıyla; tarihe ve insanlığa ders verecek
bir zaferin harikulade halleri de olacaktı; Seyit Çavuş, İngilizlerin
‘Oşin’ isimli zırhlı gemisini batıran 276 kilo ağırlığındaki mermiyi
omzunda taşıyarak, topun ağzına nasıl sürdüğünü Cevat Paşa’ya şöyle
anlatacaktı; “Paşam! Ben bu mermiyi kaldırırken gönlüm Allah’ın
feyziyle dopdolu ve te’yid-i İlahiye mahzar idi. Kendimde bir başkalık
hissetmekteydim...”
Cevat Paşa’nın rüyasında bir ses duyar ve o ses denizin üzerine
bakmasını ister. Cevat Paşa denizin üzerine baktığında;  “Denizin
üzerini bir nur cümbüşü arasında ‘kef’ ve ‘vav’ harflerini görmesi..”
Ve, o sesin ertesi gün; “Ey Cevat depolardaki 26 mayını denize döşe..”
Ve, hadiseler bu bağlamda gelişir; “Nusret  Mayın Gemisi ile Yüzbaşı
Hakkı Bey kumandasında, gece yarısı her biri tekbir ile mayınlar suya
salınır..”
İngiliz kumandan ve tarihçi Hamilton ne diyecekti; “Bizi Türklerin
maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak
barutu bile kalmamıştı. Fakat biz gökten inen güçleri müşahede ettik…”
Muhammet İkbal’in o gördüğü rüya ve o hali, Pakistan halkına
anlatırken yaşadığı harikulade hal.. Allah Resulü, Ümmeti için en
güzel hediye olarak Çanakkale’de, dökülen kanları bir mahfaza
içerisinde götürüyordu!
Elbet, Çanakkale sadece sözlerle ifade edilebilecek sade bir zafer
değildi! Onun bedelinde, tarihin geleceği, İslâm’ın nurani ışıkları,
Türk’ün Kur’an da ve hadislerde de ifadesini bulan imtihanı vardı…
Ezan susmayacaktı, bayrak inmeyecekti, aynı zamanda ibadetlerin şartı
durumunda olan hürriyet güneşi sönmeyecekti! Vatan coğrafyasına
namahrem eli değmeyecekti!
Çanakkale, bu milletin ödediği belki de, tarihin en büyük, en ağır
bedeliydi!  Tek kelime ile özetlersek; tarihini bilmeyenin; kendi
tarihi güzelliklerine inanmayanların coğrafyasını başkaları yazar!
Aklımız, şuurumuz, izanımız, idrakimiz, ruhumuz artık tamamen
Çanakkale’yi tefekkür etmelidir! Öyle ki, Çanakkale’yi Anadolu
biliriz!. Bu büyük zaferin mayası, Anadolu’da çalınmıştır.  Bu zaferi
müşahede eden Allah dostları, büyük mütefekkirler; Allah Resulünün
mübarek ellerinin dokuz asırdır İslâm’a bayraktarlık yapan bir
milletin elleri üzerinde olduğunu; savaş boyunca meydana gelen o
harikulade, fizik ötesi hadiselerin cereyanı ile bir nevi haberdar
ediyorlar!
Çanakkale’de, ‘sahabe meşrepli...’ gül kokulu rayihalar yayılıyor!
Bakışlar, ‘ölmeden önce ölme sırrında...’ fedakârlığın en zirve
noktasında!
ÇANAKKALE; Sen Anadolu’ya türbe/Arzın üzerinde seccade/Bir hurma
çubuğu gibi/ Kıvrılmış, başında duruyor, hilal…
ÇANAKKALE; Yedi iklim sende mahşer/Hesap vermekte bütün şer/Ne güzel
imtihan yerisin…
Evet, Çanakkale’de artık tarihin seyri bir anda değişiyor. Burada
yakılan, ‘hürriyet kıvılcımı.’  bütün İslâm âlemini sarıyor/
sarmalıyor. Çanakkale’nin, nasıl bir ateş çemberi olduğunu; tarihin en
dar boğazından bu milletin; ‘takva…’ elbisesiyle nasıl yüz akı ile
çıktığına tarih şahadet ediyor.
Ecdadımız, ‘uyuyan nesli uyandır…’ diyor. Ve hakikatlerden uzak bir
şekilde, ‘yaşamak maskaralıktır’ ikazı ile sürekli karşı karşıya
olduğumuzu da söylemek isterim…

Süfli bir hayat içerisinde inanın, Çanakkale’yi ne yorumlayabilir ve
ne de çözebiliriz! Bedbahtlara, o zavallılara, gözü dünya zevk ve
eğlencesi içerisinde sarhoş olan gafillere seslenmek istiyorum; Heyhat
ki; kaybolmaya başlayan o muazzez, mualla olarak tarifini
yapabileceğimiz; milli ruhu, çarşıdan, pazardan satın alamazsınız!
İstiklâl Marşı söylendiği zaman tarihin özü ile yıkanarak yazılan mana
örgüsü karşısında; vücudunun bütün hücreleri ile titremiyor,
hürriyetin kokusunu alamıyor,  gözlerin yaşarmıyor ise, ne olur
anlayın beni bünyemizde bir zayıflık olduğunun idraki ile, hüznü ile
hiç değilse sarsılalım!
Şehitlik makamı o kadar yüce ki, Kuran; “onlara ölü demeyiniz, onlar
diridirler...” buyuruyor. Ve, bizlerin şu dünya gözüyle;  hayatı,
nesli, geleceği  koruma pahasına  bir sadakatimiz var ise;
şehitlerimize, onların manevi huzurunda  fatihalarımızla, dualarımızı
ve yakarışlarımızı asla ihmal etmemeliyiz!..
Sivaslı Âşık Veysel’i ne kadar tanırsınız veya eserlerinden ne
kadarını okudunuz? Ne diyor bu Allah dostu; “ Allah birdir, Peygamber
hak/ Rabbi’l Âlemin mutlak/ Senlik-benlik nedir bırak/ Söyleyim geldi
sırası.”
Anadolu için ne demiştik, Çanakkale’nin özeti!  Veya Çanakkale,
Anadolu’nun harman olduğu manevi istirahatgahı! Hal böyle iken Âşık
Veysel’in dediği gibi, “Kürdü, Türkü ne Çerkezi/ Hep Âdem’in oğlu
kızı/ Beraberce şehit-gazi/ Yanlış var mı ve neresi?”
İnancımız, Yüce dinimiz bizleri öyle derinden uyarıyor ki; Sakın ha
ayrılığa düşmeyin; devlet kudretiniz elinizden gider, zayıflarsınız,
çaresiz kalırsınız…

Çanakkale’yi, oradaki mahşeri bütün ruhuyla bizlere yaşatan bir vecd,
bir iman ve aksiyon insanı Akif…
Akif, bizlerin yegâne büyükleri arasında yer alan her şeyden önce bir
gazeteci olarak meslektaşımızdır. Şiirlerindeki derin tefekkürle
bizlere sürekli ilham kaynağı olan üstat şairimizdir. En sıkıntılı
anlarında bile, doğruluktan, dürüstlükten, samimiyetinden taviz
vermeyen ideal insandır!
Sadece, İstiklâl Marşı bu milleti bütün özüyle, sözüyle, haliyle,
tavrıyla, canıyla, cananıyla endamıyla anlatmaya yeter! O ifadeler,
öylesine süzülerek bir büyük mana deryası oluşturmuş ki, on kıtasının
her kıtasında, her mısraında, her satırında huzur buluyoruz..
Çanakkale Destanını daha iyi yorumlamak için Akif’i dinleyelim;
“Şu boğaz harbi nedir? Var mı ki dünya da eşi
En kesif orduların yükleniyor dördü, beşi,
—Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, insanlar, deriler rengârenk
Sade bir hadise var ortada: Vahşetler denk.,
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ..

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer.
Saçıyor zırha bürünmüş de o namert eller;
Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller..
Akif’i bir derin tefekkür içerisinde dinlemeye devam edelim;
“Bir baksana, gökler uyanık, yer uyanıktır
Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır.”
Müslüman Türk’ün çizgisi bellidir. Üstat Necip Fazıl ne diyor; “Türk
kendisini Talas ırmağında bütün vücuduyla, bütün hücreleriyle İslâm’a
teslim etti. Onun rengiyle boyandı…”
İslam’a sonradan yerleştirilen her türlü bidattan uzak, saf ve asil
bir duruş… Çanakkale, böyle bir duruşun eseri! Yahya Kemal’in,
şiirindeki nezih duasında, “İslam’ın son ordusudur Yarabbi!”
yakarışındaki samimiyeti ve ihlâsı her zaman ve şartlar altında
yaşamasını bilmeliyiz.
Yüce Yaradan ne buyuruyor; “Onların bir hesabı varsa, Kudret ve Azamet
sahibi Allah’ın da bir hesabı vardır…” Çanakkale’ye hangi hesaplarla
geldiklerini biliyoruz. Sonucunda ne oldu, ters-yüz olup gittiler!
21. Asrın yüzü değişti mi? “Vahşette sırtlanları bile geçen…”
medeniyet adına kin ve ihtirasını kusan canavar gitti mi? Aynı canavar
karşımızda duruyor… “Yılan gibi derisini değiştirmiş…” Akrep gibi
taşların altına büzülmüş, fırsat kolluyor sokmak için!
Ne diyor Akif; “-Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; / Gelenin
keyfi için geçmişe kalkıp sövemem./Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta
boğarım! /Boğamazsın ki! Hiç olmazsa yanımdan kovarım./Üç buçuk
soysuzun ardında zağarlık yapamam; / Hele hak namına haksızlığa ölsem
tapamam.”
  Haksızlık, adaletsizlik, insafsızlık, merhametsizlik, sevdasızlık,
nemelazımcılık, vicdansızlık ve bütün ‘sızımızla’ sızladığımız,
‘sazımızla’ gamlandığımız bizi kendisine esir/köle almaya çalışan bir
garip zamandayız! ‘Adam bana ne! ’ diyen yüreksizlerin, ‘çamuru üstüme
sıçrar’ diyen vefasızların, ‘düşene yar olacağına bir vebalı gibi
kaçan’ evet sahte dostlukların ve de bir ucube dünyanın yaşadığı
olanca sarsıntıların içine elbette, ‘kahramanları’ hasretle
arayacağız. Akif’in o yaralı gönlüyle, ‘gel diyeceğiz’ Ve asrın bütün
ham hayal, ham kafa yobazlarına sesleneceğiz; “Adam aldırma da geç
git, diyemem aldırırım./Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
/ Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu.../İrticânın şu sizin lehçede
ma'nâsı bu mu? ”
  Elbette, zalimin hasmı olacağız! .Mazlumu ve zayıfı, hak bilmez
zorbaya ezdirmeyeceğiz. İslâm Âleminin ‘Sıddık’ olarak telaffuz ettiği
büyük Sahabe, Allah Resulünün yol arkadaşı, Hz. Ebubekir halife
seçildiklerinde ilk hutbelerinde; “Şunu bilin ki, en kuvvetliniz;
benim yanımda mazlumun hakkını kendisinden alıncaya kadar en
zayıfınızdır. En zayıfınız da, yanımda hakkını zalimden alıncaya kadar
en kuvvetlinizdir. Ey insanlar! Ben ancak Resulullah’ın yoluna
tabiyim. Ben aklıma ve arzuma göre hareket etmeye yetkili değilim. Şu
halde ben, eğer iyilik edersem bana yardım ediniz. Ve eğer doğru
yoldan, çıkarsam beni doğru yola çağırınız. Bu sözümü söyler, kendim
ve sizler için Allah\'tan mağfiret dilerim.”
Bir daha altını çizerek belirtmeliyiz ki, Akif’le birlikte, bir büyük
destanı; o destanı yazan iradeyi düşünürüm. Çanakkale Destanı kadar,
onu tarihe kazıyan, ‘edebi destanı’ ancak, Akif yazabilirdi. “Şüheda
gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar.../O, rükû olmasa, dünyada
eğilmez başlar,/ Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/ Bir
hilâl uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor! ”
Bu kadar temiz, bu kadar berrak, bu kadar gönülden taşarak
yüreklerimize bir şelale gibi dökülen anlatımda elbette bir milletin
şahadetini taşıyan mazlum bir tefekkür insanı yapabilirdi. “Ne
büyüksün ki kanın kurtarıyor tevhidi.../ Bedr’in arslanları ancak, bu
kadar şanlı idi./ Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? ” Şu
teşbih sanatına şöyle bir bakınız, ilikleriniz nerede ise donuyor.
İslâm’ın ilk zaferi ile Çanakkale birlikte telaffuz ediliyor. Biz
biliyoruz ki, Çanakkale; ‘tarihin en zor meydanı’ ve en son dişe diş
hesaplaşma yeriydi!
Tevhidin nur ışıklarının bu kutlu yoldaki en bariz iz düşümüydü! “-Ey
şehid oğlu şehid, isteme benden makber,/ Sana aguşunu açmış duruyor
Peygamber.”
    Çanakkale’yi daha iyi yorumlayabilmek için Akif’le, onun
‘doğrulukta zirveleşen’ iç dünyasıyla yolumuza devam ediyoruz Ondaki
doğruluğu ve şecaati bir daha yaşamak için elbette! Sıdk, kelime
olarak; “doğruluk, dürüstlük, gerçeklik” anlamlarına geliyor. Sıddık
ise, “Hiç yalan söylemeyen, hep doğru konuşan, sözünde duran” (kimse)
anlamına geliyor. Hz. Ebubekir, ‘Sıddık’ lakabıyla bilinir.
Sıdk denilince, ‘yürek temizliği, temiz kalplilik, samimiyet,
içtenlik, sadakat, halis niyet’ birlikte düşünülür. Hadis; 'Sıdk
insanı birr'e (Allah'ı razı edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete
götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah'ın
indinde sıddık (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi
aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve
yalanı araştırır da sorunda Allah'ın indinde yalancı diye kaydedilir.'
Demek ki, sıddık’ın veya doğruluğun karşılığı, ‘yalan! ’ Yalan da
neler yok ki, ‘kötülüklerin anası’ orada; o kavramın şeytani bütün
sinsiliklerinde! Haddi ve hukuku aşmada, yalan, hile ve desise vardır.
İnsanları aldatmada, dolayısıyla haklara tecavüzde, yalan, hile ve
desise vardır. Kin, öfke ve inkârın karargâhında da, yalan, hile ve
desise vardır. Hadis; “Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun
şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır,
yalan şüphedir.” Doğruluk, aynı zamanda; şüphelerden, insanı harama ve
kötülüklere götürecek tereddütlerden bile sakınmaktır.
Hz. Mevlana’yı belki de asırlar sonrasına taşıyan sözlerin anahtarı
durumunda olan, “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün”
kalpleri de irfan mektebinin bu ilk düsturları değil mi? Ayet; “Ey
iman edenler Allah’a karşı saygılı olun ve özü-sözü doğru olanlarla
beraber bulunun.” Allah Resulünün en mümeyyiz vasfı neydi;
“Muhammed’ün Emin” Yani, güvenilir ve doğru emin olandır.

Çanakkale tabyalarına gidiniz, oradaki heybeti 110 yıl sonrasında
aynen yaşarsınız. Emperyalizmin en büyük, en korkunç düşmanı Akif’tir.
Akif’in bu millete ebedi hediyesi olan İstiklâl Marşı, bu ülkenin sesi
olduğu kadar bütün kıtanın da sesidir.
Çanakkale, bir çığlıktır. Bu marazi bir çığlık değil, gönlümüzün
vaveylası haline gelen bir çığlıktır.
Çanakkale, tarihte misaline belki de hiç rastlanmayan bir milletin
‘ölümle dansıdır’ Bir milletin Şeb-i Aruz törenidir. İstiklâl Marşını
da, Çanakkale’yi de, Akif’i de sadece okumakla değil, o hali yaşamakla
ancak anlayabiliriz. Fedakârlığın en ulu zirvesinde yerini alan
Çanakkale, Akif’in de mısralarda ruhi imtihanıdır.
Çanakkale için bu milletin hal tercümesi diyebiliriz. Hak katında, bu
milletin kıyama duruşu da diyebiliriz. Sükûtun bir manada çığlığa
döndüğü dar boğazda diyebiliriz.
Çanakkale, Anadolu’nun minyatürü sanki! Kaç tepe vardı, O tepelerin
her birini hüzünle birlikte zafer muştularıyla okursunuz. O tepeler
kâh Elâzığ’dır, kâh Sivas’tır, kâh Urfa’dır! Hala içerisinde acılarla
yaşadığımız Anadolu’nun hikâyesidir.
Conk Bayır mı, Sedd-i bahir mi, Kilit bahir mi? Toprağın iliklerine
kadar işlediği gözyaşlarıyla harman olmuş, şehit kanlarıyla yıkanmış,
matemlerle değil, hatimlerle kanmış bir asil hikâye!
Çanakkale’nin belki ilk adımında, Malazgirt vardır. Bunu da nereden
çıkarıyorsunuz diyeceksiniz? Ben değil tarih söylüyor; “Türk’ü,
Anadolu’dan atmak için asırlar boyu bitmeyen bir hıncın adına Haçlı
dediler, kendilerince kutsal sefer dediler” Sen, Mevlana ile gönül
çerağını yaktın! O ne yaptı, 9 asır boyunca bitmeyen bir kinle, bir
hışımla üstüne geldi!
Çanakkale’de,  Söğüt’ü yaşarım! Bir evla yiğidi ve o kara yağızlı
yiğidin can gözle dinlediği Şeyh Edebali’yi dinlerim. O emanet sözler,
nasılda nesilden nesile ruhuyla birlikte hiç bozulmadan aktarılmış!
Çanakkale’de, o mirasın müjdelendiği isimle, Fatihle bir daha
buluşuruz! İstanbul’u kuşatan idrak, Çanakkale’nin havasını
büyülüyordu! Biliyordu, Çanakkale önüne gelenlerden hiçbirinde, ‘derya
bakışlar’ yoktu! Göğüslerinde iman dolu atışlar hiç mi hiç yoktu!
Bedenlerini saracak bir sıcaklıkta göremeyeceklerdi.
Çanakkale’de, bu millet asıl savunma hattını bulacaktır. O hat, asıl
göğüslerde, iman dolu sinelerde yerini bulacaktı. Aşkı Muhabbetle
dolan asırların yakarışıyla öyle bir silkinişi vardı ki, onu anlatmaya
bizim idrakimiz kâfi gelmiyordu. Ancak Çanakkale’ye giden her Anadolu
insanı kendisine yetecek kadar, ondan kendisine bir feyiz alıyordu.
Gidemeyenlere ise Akif’i okuyun diyebilirim. “Kanın kurtarıyor ancak
tevhidi” derken bir vecd ile kendinizden geçiyorsunuz, elinizde
olmadan! Hele ki, “Bedrin aslanları ancak o kadar şanlı idi” mısraları
kim bilir hangi haleti ruhiye ile terennüm ediliyordu!
Hz. Kur’an da, “yemin olsun (Allah yolunda) harıl harıl
koşanlara(âdiyât’a)! Öyle (koşarken) çakarak ateş çıkaranlara!
Sabahleyin derhal baskın yapanlara! Böylece orada tozu dumana
katanlara! Derken onunla, bir topluluğun ortasına dalanlara!”
Elbette, “Körle gören (kâfir ile mü’min); karanlıklarla nur (batıl ile
hak); gölge ile sıcaklık(cennet ile cehennem) bir olmaz” (Fatır,
19.20.21)
Çanakkale, tarihi bir hesaplaşmanın belki de milat tarihiydi! Belki
teknolojik bakımdan güçler denk değildi ama bir farklı şey vardı,
‘iman’ Onu topla, tüfekle nasıl boğabilirdi ki? Kim bilir, kaç haçlı
seferi bu iman barikatına çarptıkça kendi içinde infilak ediyordu!
2025 yılındayız, Çanakkale mahşerine, onu daha ziyade tefekküre
ihtiyacımız olan bir dönemden geçiyoruz. Böyle bir dönemi ancak,
Çanakkale’deki o mahşeri ruhu yakalamamızla mümkündür.
Ölüme karşı saf durmak ne demektir? O saf duruşu kendi idrakimize
dönüştürebiliyor muyuz? O hali yaşamanın ruhi inkılâbından geçebiliyor
muyuz?
Şunu ifade edebilirim; bu millet Çanakkale ile emsalsiz bir destan
yazmıştır. O destanın bütün ruhuyla bizleri vecde getiren bir İstiklâl
Marşımız vardır. Ve bütün hayatı boyunca o emaneti layığı veçhe
omuzlarında taşıyan doğruluk örneği bir Akif’imiz vardır.
Bütün bunları, ‘İflas etmiş, hasta bir batı dünyasının’ karşısında,
Çanakkale’yi düşünmek bizlere daha fazla heyecan veriyor. İslam’ı
seçen batılı mütefekkir, Garaudy’nin dediği gibi, batı felsefesini
oluşturan Marksizm ve kapitalizm "Biri insanı devlete karşı esir eder.
Diğeri ise, sermayeye karşı. Yani Marksizm ile kapitalizmin ikisi de
insanı sömüren sistemlerdir demek istiyorum. Ama İslam bunlara karşı,
insana itibarını iade eden bir sistemdir."
Lütfen, aman ha ‘muasırlaşma’ ile ‘batılılaşmayı’ aynı teraziye
almayalım.  Aynı teraziye aldığımızda, yarınlara karşı ‘bakar kör’
oluruz! Şunu gayet iyi bileceğiz ve unutmayacağız, insanlık âlemi bu
coğrafyada hasretle huzurun, güvenin ve istikrarın özlemini
çekmektedir. O tatlı özlemin sahipleri ve bayraktarları kimler
derseniz, Çanakkale’de şehit düşen ecdadın torunlarıdırlar.
Çanakkale tarihin adını unutamadığı öyle bir meydandır ki, o tarihi
meydana Kafkaslardan da koşup gelmişlerdir, Balkanlardan da koşup
gelmişlerdir. Çanakkale, üç kıtaya hâkimiyet kuran bir milletin vatan
imdadı olduğu kadar; esareti, sömürgeci solukları söküp sahiplerinin
yüzlerine bir şamar misali fırlatan tarihin yarınlara şahadet edeceği
meydandır.
Çanakkale’yi iyi okumalıyız. Okuduğumuz kadar onu bütün safhalarıyla
anlamaya çalışmalıyız. Anlamak, bizlere ruhi bir derinlikte
kazandıracaktır.

21. asrın başlarında nasıl bir tartışmanın odağındayız. Bizlerden
haraç-mezat istedikleri bir şeyler var mı? Bütün bu sorulara anahtar
cevap bizlere Akif’in tanınması ile verilebiliyor.
Cemil Meriç!. Usta bir kalemdir. Bu usta kalem Akif’i anlatırken,
Çanakkale tabyaları gözümün önüne geldi… Bir milletin akla ve mantığa
hapsedemeyeceğiniz direnişi!.
“Emperyalizm hiçbir zaman Akif kadar müthiş bir düşman tanımamıştır.
Akif hem bir ülkenin sesidir, hem de bütün bir kıtanın... Bu çığlığa
kulaklarımızı ve gönlümüzü açık bulundurmazsak hatalarımızın sonu
gelmez.”
Siz hiç fedakârlık nedir bilir misiniz? İşte, Akif ve Çanakkale;
fedakârlığın zirvesinde asıl, trajediden ve de dramatik tablolardan
uzak, bütün kuralları allak bullak eden, hakiki manadaki oyun!
Akif’in şahsiyetindeki çizgileri lütfen aklımız alabilirse, sadece
okumayalım, onu hayatımızın parçası olarak benimseyelim. Akif’te, söz
namustur... Bir defa söz verdimi; kar, tipi, fırtına dinlemez!
Çanakkale, bir milletin tarihe verdiği söz değil miydi? Tarih, hata
kabul etmezdi. İnsaf dinlemeyene, merhamet etmeyene; dilenmek
haramdır! Boyun eğmek yakışmaz. Bu millete, AT uşaklığı nasıl dün
yakışmadıysa, bugünde yakışmaz... Hak, böyle bir yanlışı kabul etmez.
Necmettin Hacıeminoğlu, ‘gönüllerde yaşayan Akif’ için şunları söyler;
“Okunmak için değil, anlaşılmak için yazıyordu. Aslında şiir
yazmıyordu. Türk aydınına tokat atıyor, sille vuruyordu. Fakat ne
kadar acıdır ki, kendisi de gayretlerinin boşuna olduğunun
farkındaydı. Bu hicran içinde;
“Haykır, kime lakin hani sahipleri yurdun?
 Ellerdi yatanlar sağa baktım, sola baktım!
Ey koca şark, ey ezeli meskenet
Sen de kalkınmaya bir yol niyet et!
Korkuyorum Garb’ın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin melanet!..”
Bu kadar açık sözlü, gerçekçi ve Çanakkale’deki tuzağa sivil hayatta
yarın düşmemenin yolunu, yordamını  söylüyor; “Sen de, kalkınmaya bir
yol niyet et!.”
Üstat N.F. Kısakürek, “Akif’in harp arabasını iki at çeker; Biri iman
ve İslam savaşçısı, öbürü şair... Esas olan birincisi...” Türk’ü
Çanakkale’de mücehhez kılan sebep… “Anadolu, köylüsü ile kentlisi ile
Çanakkale’dir.  Aydını ile Avamı ile öz yurdunu savunmadadır. Bir
nesil, kendisini hürriyet için feda etmektedir. Dualar, aminler,
yakarışlar ve haykırışlar aynı nağmededir…”
Süleyman Nazif, Akif’in iç dünyasından fışkıran asil düşüncenin
mahsulü Asımdan bahseder; “Asım, bir ızdırap içinde kıvrana kıvrana
can veren altı yüz senelik bir devrin, Akif’in dehasının yarattığı bir
kuğu şarkısıdır...” O şarkıyı âlimler, edipler, sanatkârlar arasında
ne kadar dinlemeye arzuluydu!
Akif için dört şey çamur kadar pisti; “Cimrilik; ikbal şımarıklığı;
kibir; birde maddi pislik..” Dikkat ediniz, her birinde asrın
rahatsızlığı vardır. Mesele, sızlanma veya yakınma değil; hayatı
güzelleştirmek!.
Erol Güngör; “Türk milliyetçileri bir yandan kendi kültür ve
medeniyetlerinin şuuruna daha çok vardıkça, bir yandan İslam
dünyasının meselelerini geniş çapta kavradıkça Akif’e kendi aralarında
daha büyük bir yer vereceklerdir.” Akif, bir görev adamıdır. Onun
iltifat ettiği ilkeler vardır. Hayatının hiçbir noktasında sunilik
yoktur. Onun özlemi vardır.
Mehmet Kaplan Hoca; “Asım, Akif’in özlediği insan tipidir. Fikret’in
Haluk’u, Fikret’in ideal insan tipi; Kızılelma’daki  Ay hanım Ziya
Gökalp’ın özlediği hanım tipi.. Akif, geleceği düşünür. Yeni bir nesil
yetiştirmek lazımdır. Asım’ a bu kurtuluşu temin edecek neslin sembolü
olarak bakar. Fiziki ve fikri yapısıyla Asım, ‘marifet ve fazilet’ le
donatılmış olarak Türkiye’nin geleceğini kurtaracaktır.”
Akif’te, bir milletin var olma kavgası vardır.. Çanakkale, o kavganın
mahşer yeridir! Bütün ‘şer ittifakların sökülüp atıldığı...’ manevi
tahkimat alanıdır. Akif, bütün ruhuyla sadece o güne değil; geleceğe
yönelik sözleri kristal haline getirebilmiştir. Velhasıl Akif’in
şahsında, bu milletin hafızasını daha rahat okumaya başladım. Hele
Çanakkale destanı... Ve ebediyete kadar yaşayacak olan İstiklal
Marşımız!
Akif’te, bu millet kıyama kalkmıştır.. Kıyamete kadar, bedbahtlığı
kendi nefsinden söküp atmıştır.  Çanakkale, Türk’ün mahşeri… Akif, o
mahşer yerinin en yanık yüreği…

Yazarın Diğer Yazıları