21. yüzyıl insanı kendine çok güzel açık hava hapishanesi kentler inşa etti. Kendi yaşam alanını kendi eliyle yaşanmaz hale getirdi. Tıkanmış trafik, ağaçsız, yeşilsiz yaşam alanları, çocukların güvenli ve rahat oyun oynayamadığı sözde modern yaşam alanları oluşturuldu. Bu yaşam alanlarında önce strese girdi ve kaçınılmaz sonla hastalıklarına davetiye çıkardı. Masmavi gökyüzünü görmesin diye adına gökdelen, rezidans denilen metrekaresi küçük hapishanelere insanlar mahkûm edildi. Marifetmiş gibi bunlarla gururlandı. Hangi kentin daha fazla gökdeleni var diye kentlerimizi birbiriyle yarıştırdık. Gökdeleni çok olanlara “Prestijli Kent” adını verdik.
Oysa insanlar ilk kentleri kurduklarında, kentlerin bir gün kıyametleri olacağını akıllarına getirmemişlerdi. Çünkü ilk kentler, göğe bağlılığını ve sükûnetle yaşayıp ölmenin birer tanığı olarak inşa edildi. Önce Sümerler, sonra diğerleri, ne zaman bir kent kursalar, meydanına zigguratlar, havralar, katedraller ve camiler kondurdular. Kenti ortasında göğe bakılan koca bir ayin yeri olarak tasarladı insanlık; kentin ortası, bir araya toplaşanların ortak kalbi kabul edildi. Kimse kaybolmazdı bu kentlerde; hayat, akan sessiz bir dünya sürgünlüğüydü. Hangi dinden olursa olsunlar, insanlar, yüzyıllar boyunca sükûnetle göğe açılan kentlerin töresine sadık kaldılar. Bütün taşlara sindi bu sadakat; savaşlarda hasar görmüş kulelere sindi, kale kapılarına sindi. Kentler el değiştirdiğinde bile, birkaç barbar kavim hariç, kimse kentlerin bu töresini bozmaya kalkışmadı. Ne zaman ne savaşlar, hiçbiri değildi bu büyük ve ortak hafızayı parçalara ayıran; içinden çıkılmaz bir labirente döndüren. (Ali Ayçil, Kovulmuşların Evi-Büyük Kent)
Peki bu güzelim kentleri ne zaman, kim ya da kimler “Açık Hava Hapishanesine” dönüştürdü? Maalesef bizzat insanoğlunun kendisi sonunu düşünmeden kendi hapishanesini yaptı. Geçmişteki bütün uygarlık ve medeniyetlerin en ince ayrıntısına kadar düşünüp, usta bir işçilikle ilmek ilmek işleyip meydana getirdiği güzelim kentler modern insanın elinde hoyratça alt üst edildi. Her zaman övündüğümüz İslâm Medeniyeti kent inşa ederken merkezine insanı koydu. Kentler diğer medeniyetlerde olduğu gibi belli bir plan ve düzende inşa edildi. Çarşı, pazar, alışveriş mekânları en ince ayrıntısına kadar düşünüldü. Her esnafın yaptığı işin özelliğine göre dükkânları çarşıda dizilirdi. Etrafa pis koku yayabilecek esnafın dükkânına çarşı, pazarın sonlarında yer verildi ki pis koku insanları rahatsız etmesin. Aynı işi yapan esnafın yeri birbiri ardına sıralandı. Bütün sokaklar ise kentin merkezinde ortasındaki “Ulu Cami” ye çıkıyordu. Kentler insanı boğmuyor bilakis insanın rahat nefes alabildiği, dolaşabildiği yaşam alanlarıydı.
Kenti inşa eden mimarların eserleri ise öyle birkaç yılda zarar görecek yapılar hiç ama hiç değildi. Bunun en güzel örneğini Mimar Sinan’ın muhteşem eserlerinden biri olan Şehzadebaşı Camisinde görmekteyiz. Caminin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonu sırasında İnşaat Mühendisinin bulduğu şişe ve içinden çıkan kâğıt her şeyi anlatmaya yetiyor. Mimar Sinan tarafından yazılan kağıt şunları söylüyordu: “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında bu taşlar çürümüş olacağından siz bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değişeceğinden bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu ben size, bu kemeri nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum." Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan sonra o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu´nun neresinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu.
Bu mektup bir inşanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı, modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kâğıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarin erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan bu bilgilerden çok daha muhteşem olan 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur."
Ne zamanki insanlar kentlerin düzenini ahengini bozup, kentin meydanındaki mabetle irtibatını kesmeye başladı işte o zaman “Prestijli Kent” nefes alamadığı açık hava hapishanesi oldu. İnşallah en kısa sürede aklımızı başımıza alır ve yaşanılabilir güzel kentler inşa ederiz. Unutmayalım kent medeniyetlerin kimliğidir. Şu anda bizler sahte kimliği olan medeniyet haline geldik.
Sağlıcakla kalın.