Adnan Üstün

İşi Sona Bırakmak-Can Boğaza Gelince

Adnan Üstün

“Yaşarken tevbe kapısını çalmayanlara, son anda bu kapı açılmayacaktır.”

Musa Aleyhisselam, diğer insanları davet ettiği gibi, kendi döneminde yaşayan Firavun’u da imana davet etmiş, ona birçok mucizeler göstermiş, fakat o inanmadığı gibi halkının da inanmasına engel olmuştu. Hazreti Musa’ya toplumun genç bir grubundan başka kimse iman etmedi… Firavun, kibrinin zirvesinde yaşıyor ve “ben sizin en yüce rabbinizim” diyerek ilahlık taslıyordu. Kendisi izin vermeden kimsenin inanamayacağını söylüyordu. Zulmü o derece ileri gitmişti ki; saltanatını kaybetme korkusuyla, annelerin rahmine kadar el uzatıyor, İsrailoğulları’nın erkek çocuklarını öldürüp, kız çocuklarını sağ bırakıyordu. Köle olarak kullandığı insanların Mısır’ı terk etmesine de izin vermiyordu.

Allah’u Teala “Mûsâ’ya, “Kullarımı geceleyin yola çıkar, çünkü takip edileceksiniz” (Şuara/52) diye vahyedince, Hazreti Musa kendisine inananlarla birlikte geceleyin yola çıktı. Firavun, bu durumu haber alır almaz askerlerin topladı ve zaten onlar sayıca az bir topluluk, bizi de öfkelendirdiler diyerek, kibirle yerlerinden ayrıldılar. Geride nice bahçeler, hazineler ve güzel yerler bırakarak Hazreti Musa ve Müslüman İsrailoğulları’nın peşine düştüler. Ancak bu, Firavun ve ordusunun felaketi olacaktı… 
Hazreti Musa ve beraberinde Mısır’ı terk edenlerin karşısına ise deniz çıktı. Kimileri, “artık bizim için sona gelindi, yakalanacağız” gibi endişelere kapılsa da Allah’ın yardımı onlara yetişti. Kur’anı Kerim bu durumu ve sonrasını bizlere şöyle anlatmaktadır: “Bunun üzerine Biz Musa'ya: “Asan-değneğin ile denize vur” diye vahyettik. Hemen deniz ikiye ayrıldı, her parçası yüce bir dağ gibiydi.” (Şuara Suresi 63. Ayet)

“İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldırmak üzere, derhal onları takibe koyuldu. Nihayet boğulmak üzere iken, (Firavun): “İsrailoğulları’nın inandığından  başka hiçbir ilâh olmadığına inandım. Ben de müslümanlardanım” dedi. O'na: "Şimdi mi inandın? Halbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculuk etmiştin" dendi. (Yunus Suresi 90-91 inci ayetler)

Bu ayetlerle Firavun’un son anda, sıkışınca ve sona geldiğini anlayınca yaptığı imanın geçerli olmadığı ifade ediliyordu. Bir ömür isyanla, ilahlık taslamakla geçecek, zulmün her türlüsünü işleyecek ve son anda inandığını söyleyerek kurtulacaktı. Böyle şey yoktu… Tevbe kapısı insanoğluna her zaman açıktı. Yaşarken bu kapıyı çalmayanlara, son anda bu kapı açılmayacaktı. 

Peygamber Efendimiz de; “Allah, kulunun tevbesini, can boğazına gelmediği müddetçe kabul eder”, “Güneş batıdan doğmadan önce kim tevbe ederse, Allah onun tevbesini kabul eder.” buyurarak tevbe kapısının, ölüm ve kıyamet anı gelinceye kadar açık olduğu müjdesini vermiştir. (Tirmizî, Da'avat,13, 98; İbn Mace, Zühd 13, 30 - Müslim, Zikir 43)

Yoksa; insanın gözünden perdenin kalktığı, gaybi hakikatlerin ortaya çıktığı, küçük kıyamet demek olan kişinin ölümü ve büyük kıyamet demek olan kainatın ölümü geldiği zaman iman etmenin de, tevbe etmenin de bir faydası olmayacaktır; 

“Rabbinin bazı alâmetleri geldiği gün, önceden inanmayan veya imanıyla bir hayır kazanmayan kimseye, artık imânı fayda vermez” [En`âm sûresi (6), 158]. “Allah katında (makbul) tevbe, ancak bilmeyerek günah işleyip sonra çok geçmeden-geciktirmeden tevbe edenlerin tevbesidir…”, “Yoksa kötülükleri yapıp yapıp da içlerinden birine ölüm gelip çatınca «Ben şimdi tevbe ettim» diyenler ile kâfir olarak ölenler için (kabul edilecek) tevbe yoktur…” (Nisa Suresi 17-18 inci ayetten)
Bu ayetlerden anlaşılan; imanın son ana bırakılmaması ve tevbenin geciktirilmemesidir. Hazreti Ömer zamanında “Şam ehlinden güçlü kuvvetli, nüfuz sahibi bir kimse vardı. Sık sık Hz. Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara Ömer (ra) o kimseyi göremez oldu. Çevresindekilere:

“–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?” dedi.                              

–Ey Mü’minlerin Emîri! O kendisini şaraba verdi” dediler. Hz. Ömer hemen kâtibini çağırarak:            

 “–Yaz! Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye... Sana selâm olsun! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı çetin ve ihsânı bol olan Allah’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilah yoktur, dönüş ancak O’nadır.”
Ömer (ra) mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına dönerek:                          

 “–Allah’a yönelmesi ve Allah’ın tevbesini kabul buyurması için kardeşinize dua ediniz” dedi. O zât Hz. Ömer’in mektubunu alınca “Allah günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azabı çetin olan” cümlesini tekrar tekrar okudu:
“–Allah beni hem azabı ile korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini vaat etmiş” diyerek ağladı ve güzelce tevbe etti. Hz. Ömer bunu haber alınca arkadaşlarına:
“–İşte böyle yapınız! Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde onu doğru yola getirmeye, Allah’ın affına güvendirmeye çalışınız. Tevbesini kabul buyurması için de Allah’a dua ediniz. Kendisine beddua ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız» dedi.” (İbn-i Kesir, Tefsir, IV, 76; Ebû Nuaym, Hilye, IV, 97-98)

Allah’ın affedici olması bizleri, tevbeyi geciktirmeye ve bu merhameti suiistimal etmeye sebep olmamalıdır. Çünkü şeytanın bir hilesi de; Allah’ın affına güvendirerek insanları aldatmasıdır. Rabbimiz, merhameti bol olandır. Bize düşen ümit ve korku arasında dengeli bir hayat yaşamaktır.  “Eğer kâfir, Allah’ın katındaki rahmetin tamamını bilseydi cennetten ümidini kesmezdi; mümin de Allah’ın katındaki azabın tamamını bilseydi cehennemden kurtulacağına güvenmezdi” buyurulmuştur (Müsned, II, 334, 397, 484; Buhârî, “Riḳāḳ”, 19; Müslim, “Tevbe”, 23).

 “Her insan hatâ yapabilir. Fakat hatâ yapanların en hayırlısı çokça tevbe edendir.” buyuran bir Peygambere ümmet olarak; tevbeyi geciktirmeden, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden ve kul hakkı gibi bir vebali taşımadan  huzuruna varmayı Rabbimiz bizlere nasip eylesin…
 

Yazarın Diğer Yazıları