UMUTLA YAŞAMAK
Şu anda hep bunu düşünüyorum
Şu anda hep bunu düşünüyorum.
“Umut olmasa, yaşamak da olmaz” diyorum.
Bir bakın şu yakın zamanda umuda doğru yol alanlara.
Umut için, Ege sularında şöyle ya da bu şekilde boğulanlara.
Komşumuz Suriye’den bir umutla kaçıp çoluk çocuğu ile birlikte Ege sularında boğulanlara. Bence insanlığın, insanlığımızın en büyük yüzkarasıdır bu. Sorun birilerine “uygar dünyada insanlık nereye doğru gidiyor. Uygar dünyada insana ne tür bir değer veriliyor?”
İslâm öncesi, Arap ülkelerinde bile böyle bir acımasızlık yoktu. Hem o devir, çok mu çok eskilerde kaldı. Biz, güya uygar ve daha insancıl bir dünyada yaşıyoruz. Özgür dünyanın aydınlık yollarında bir bakın insanlarımıza neler yapıyor, neler reva görüyoruz.
İslam’ın yüce peygamberi Mekke’yi fethettiğinde “Bundan böyle herkes eşit olacak, özgür olacak, birbirini sevecek, birbirine saygı gösterecek, kimse kimseyi öldürmeyecek, inançları bakımından da kimse kimselerin üzerine gitmeyecek, hak ve adalet üzere hareket edilecek, inanmış insanlar olarak herkese bir başka sevgi, bir başka saygı ile yaklaşacağız diyordu.” Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet de o genç yaşında bu ifadelere yakın buyruklar veriyor, inanç bakımından kimselerin üzerine gidilemeyeceğini beyan ederek etrafa, özellikle de gayrimüslimlere güven vermeye çalışıyordu.
Atatürk döneminde de cumhuriyet, öncelikle hakça ve insanca yaşamayı sergilemişti. Dağdaki çoban bile sürüsünü dağda bırakarak şehire bu güven duyguları içeresinde inmeyi düşlüyordu.
Nerede kaldı o güzel, o tatlı, o güven içinde rahatça yaşadığımız günler.
Yaz aylarında, damlarda gökteki yıldızları sayarak uykuya daldığımız günleri hatırlıyorum.
Bir Suriye derken kendi ülkemizde de neler yapılıyor, ne kavgalar veriliyor onu düşünüyorum.
Şu Güneydoğu, şu Güneydoğudaki Diyarbakır, Mardin ve ilçeleri Sur, Cizre, Nusaybin, İdil ve ötede Şırnak, Hakkari bizim öz topraklarımız değil mi? Evlerini, barklarını bırakarak bir hüzün içinde umut yolculuğuna çıkanlar bizden değiller mi?
Elbette buna yaşamak demiyorsunuz. Kendi ülkenizde, kendi öz vatandaşlarınızla acımasızca vuruşuyorsunuz. Evler yakılıp yıkılıyor. Okullar, camiler, iş yerleri bir bir yok edilmeye çalışılıyor.
Nerede kaldı o eski güzel günler, o kardeşçe birlik ve beraberliğimiz. Doya doya bakmaya çalıştığımız serenlerde dalgalanan Albayraklarımız. Kardeş kardeşi öldürüyor. Oğullara babalar vurduruluyor.
Hangi kitabın, hangi sayfasında yazıyor bunlar.
Konuşuyoruz; hem de ne güzel konuşuyoruz. Ama bir türlü inandıramıyor, güven ortamı oluşturamıyoruz insanlarımıza. Güven sarsılmış bir kere. O sarsılan güveni düzeltmek çok zor oluyor. Şöyle bir eskilere döndüğümüzde, çevremize baktığımızda baştaki büyüklerimizin trenle o kadar korumacı almadan Toroslardan geçerek Adana üzerinden Malatya’lara kadar nasıl geldiklerini bu günkü gibi sayısız korumalarla gezmediklerini.
Demek ki o dönemlerde kendine güvenen, halkına güvenen, ayrılık gözetmeyen büyüklerimiz, yöneticilerimiz vardı. İnsanlarımız arasında ayrıcalık gibi birşeyler yoktu. Vatandaş “Devlet Baba” diyor, kendini bir güven içinde hissediyordu. Kimse kimseye karşı bir saldırıda bulunamıyordu. Hak vardı, adalet vardı. Vatandaş bu yüzden devlete karşı güvensizlik gibi bir şey duymuyor, devletin her zaman yanında olduğunu, kimselerin kimselere haksızlık edeceğini akıllarından bile geçirmiyordu. Ne olduysa çoğulcu demokrasiye gidildiğinde ve demokrasinin hakça, insanca uygulanmayışında oldu. Özellikle Doğu ve Güneydoğu da başlarını yorgan altına sokmuş gibi gözüken o eski aşiret reisleri yeni baştan söz sahibi olmaya başladılar. Oy uğruna, seçilmek uğruna büyük ödünler verildi ve gide gide bu acılı günlere gelindi.
Haydi bir silkinelim ve yeniden kendimize gelelim.
Birlik ve beraberlik içinde yaşamayı bir daha başarmaya çalışalım.