RUH SAĞLIĞIMIZ BOZULUYOR MU?

Hakimiyet Gazetesi'nin sorularını yanıtlayan Psikiyatrist Dr

RUH SAĞLIĞIMIZ BOZULUYOR MU?
TAKİP ET Google News ile Takip Et

Hakimiyet Gazetesi’nin sorularını yanıtlayan Psikiyatrist Dr. Ömer Deniz, psikiyatri hastalıklarında ve ilaç kullanımında yaşanan artışın nedeni, çağın hastalığı olarak bilinen Alzheimer ve anksiyete, terör olaylarının insanlar üzerindeki etkisi, günümüzde gidererek artış gösteren ve önemli bir sağlık sorunu haline gelen teknoloji bağımlılığı gibi birçok konuda önemli değerlendirmelerde bulundu.

Elazığ’ın sağlık, özellikle psikiyatri alanında marka bir şehir olduğunu vurgulayan Psikiyatrist Dr. Deniz, “Bunu önümüzdeki dönemde yapılacak çalışmalar, yatırımlar ve hastanelerin yeni dizaynında da göstermemiz gerekiyor” dedi.

Deniz, teknoloji bağımlılığının gelecekte insanları en çok etkileyecek sorunlardan bir tanesi olduğuna dikkat çekerek, bu sorunun sadece çocuklarda değil yetişkinlerde de görüldüğünü, insanın yaşam kalitesini düşüren teknoloji bağımlılığının mutlaka tedavi edilmesi gerektiğini kaydetti.

Deniz, ayrıca insanlar arasında psikolog ve psikiyatrist ayrımı yapılırken çok yanlış tabirler kullanıldığını belirterek, “Psikiyatrist ilaç yazar, psikolog konuşur diyorlar. Sadece ilaç vermek için 11 yıl eğitim almanız gerekmiyor. Biz zaten tıp eğitimini tamamladıktan sonra ilaç yazabiliyoruz. Bunun için ayrıca psikiyatrist olmaya gerek yok. Bu aslında insanlarımız tarafından çok yanlış bilinen bir şey. Tabi hastanelerde psikiyatri kliniklerine çok sayıda başvuru olduğu için hekimler yeterli zaman ayırmadıklarından sanki psikiyatrlar az konuşuyorlar, psikologlar da konuşarak tedavi ediyorlar gibi bir algı oluşuyor” diye konuştu.

 

 

 

*** Öncelikle psikiyatri nedir? Tanımlar mısınız?

 

Psikiyatri tıbbın bir branşıdır. Ruhsal, duygusal ve davranışsal sorunlarla ilgilenir. Psikiyatri tıbbın diğer alanlarıyla da ilgili bilgiye sahiptir. Halk arasında ruhsal rahatsızlıklar dediğimiz hastalıkların, bedensel hastalıkların duygusal, davranışsal etkileri ve psikiyatrik rahatsızlıkların sonucu oluşan durumlarla ilgilenen bir tıp branşı.

 

*** 2000’li yıllara bilimsel birikimini artırarak giren ve inanılmaz bir hızla gelişimini sürdüren bir tıp branşı olan psikiyatri ile psikoloji arasındaki farkı anlatır mısınız?

 

Gerçekten 2000’li yıllardan sonra psikiyatri biraz daha tanınır, halk tarafından daha bilinir oldu. Daha önceden psikiyatrinin ilgilendiği konularla ilgili halkımız yeterli bilgi sahibi olmadığından hangi durumlarda psikiyatriye başvuracağını bilmiyordu. Ancak günümüzde gerek bilgi teknolojilerinin gelişmesi gerek internet ve sosyal medyanın güçlenmesi, insanların bu alanları daha çok kullanmasıyla bağlantılı olarak psikiyatri daha tanınır oldu. Özellikle çocuk ve ergen psikiyatrisi daha ön plana çıktı, erişkin psikiyatrisinde artık insanlar ailesel sorunlarının, çocuklarıyla ilgili sorunlarının, işle ilgili sıkıntılarının, mutsuzluklarının, uykusuzluklarının, panik ataklarının, yaşamış oldukları birçok duygusal ve davranışsal sorunlarının psikiyatride çözümü olduğunun farkına vardılar. Bu da bu alanı biraz daha popüler yaptı. Günümüzde Tıpta Uzmanlık Sınavı’nda şu anda psikiyatri en çok tercih edilen branşlar arasında yer alıyor. Alanı çok geniş olan bir bölüm. Hemen hemen toplumdaki her insanın bir şekilde ilgi duyacağı, sorunlarıyla ilişkili olan bir alan.

Psikoloji daha sosyal bir bilim. Toplumdaki birçok kişi psikolog ve psikiyatrist ayrımını bilmez. Eğitimli insanlar da hatta ne yazık ki tıp hekimleri de bazen bilmiyor. Bakıyorsunuz başka bir tıp uzmanı, psikiyatristlik bir hastayı psikoloğa gönderebiliyor. Psikolog arkadaşlar da tabi ruhsal, psikolojik durumlarla ilgili insan sağlığıyla uğraşan önemli bir meslek grubu. Edebiyat fakültelerinin 4 yıllık psikoloji bölümlerinden mezun olan kişilere psikolog diyoruz. Tabi bu kişilerin bir de klinik eğitimi alan, klinik psikolog olarak nitelendirilen grubu var. Psikiyatrist ise tıp eğitimi almış, herşeyden önce tıp doktoru, tıbbın sadece psikiyatri değil diğer alanlarında da eğitim almış, ayrıca 5 yıl süreyle de psikiyatri alanında uzmanlaşmış, her türlü tedavi, terapi eğitimlerini alan ve insanlara bu yönde destek sunan kişilerdir. Tıp Fakültesi’ne girebilmek için ilk 10 binlere girebilmeniz gerekirken, diğerinde ilk 100 binlere girmeniz gerekiyor. Bir rekabet var gibi gözüküyor ama sonuçta her iki grupta hastaların psikolojik yönleriyle ilgilenen meslek grupları.

 

*** Halk arasında ‘Biri ilaç yazar, diğeri konuşur’ diye ayrım yapılır ya hani bunu nasıl değerlendireceksiniz?

 

Aslında bu çok basit tanımla. Sonuçta sadece ilaç vermek için 11 yıl eğitim almanız gerekmiyor. Biz zaten tıp eğitimini tamamladıktan sonra ilaç yazabiliyoruz. Bunun için ayrıca psikiyatrist olmaya gerek yok. Bu aslında insanlarımız tarafından çok yanlış bilinen bir şey. Psikiyatrist ilaç yazar, psikolog konuşur diyorlar. Biz de diyoruz ki, ‘Hayır psikiyatrist hepsini yapar’. Aile terapisi, cinsel terapi, davranışsal terapi yapar ve bunların hepsinin eğitimini alıyor. Tabi hastanelerde psikiyatri kliniklerine çok sayıda başvuru olduğu için hekimler yeterli zaman ayırmadıklarından sanki psikiyatrlar az konuşuyorlar, psikologlar da konuşarak tedavi ediyorlar gibi bir algı oluşuyor. Tedavi etme yetkisi tıp doktoruna ait bir şeydir. Klinik psikoloji alanında master yapmış psikolog arkadaşlar da uygun eğitimi aldıkları taktirde psiko-terapi yapabiliyorlar. Aradaki bu farkı bilmek lazım. Yani klinik psikoloji farkını ayırt etmeliyiz. Ama her psikiyatrist bütün bu saydığımız eğitimleri alıyorlar ve daha kapsamlı bir alana hizmet ediyorlar.

 

***Aslında fiziksel rahatsızlıkların birçoğunun kaynağının psikolojik rahatsızlıklar olduğunu söyleyebilir miyiz?

 

Bu aslında iki yönlü bir şey. Hani yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan çıkar hesabı. Psikiyatrik rahatsızlıklar bir kere bedensel semptomlara yol açıyor. Mesela panik atakta çarpıntı, nefes daralması, uyuşmalar, yanmalar veya ateş basmaları oluyor ve hastalar yanlışlıkla kardiyoloji uzmanına, nöroloji uzmanına, çınlama ve baş dönmesi olduğu için kulak-burun-boğaz uzmanına başvuruyor. Orada yapılan tetkiklerde de bir şey çıkmıyor. Bir de olayı tersinden değerlendirelim. Diyelim ki kalp krizi geçiren birisi, diyabet tanısı konulmuş, astım olan ya da kanser tanısı almış bir hasta yani organik bir hasta da sonuçları itibariyle psikiyatriyi ilgilendiriyor. Mesela kanser olan bir hasta mutlaka psikolojik bir örselenme, travma, kaygı yaşıyor. Kalp krizi geçiren birisi sürekli, ‘Ben öleceğim mi, bir şey mi olacak’ kaygısını taşıyor. Dolayısıyla bedensel rahatsızlıkların da psikiyatrik sorunlara yol açması söz konusu. Bakıyorsunuz kaşıntıları olan bir hasta cilt uzmanına gidiyor ama sonra psikiyatriye yönlendiriyor. Çünkü kaşıntının psikiyatrik kökenli olduğu düşünülüyor.

Bir aile düşünelim.  Ailede çocuklarla sıkıntı yaşanıyor. Çocuk okula başlıyor okul fobisi yaşayabiliyor. Çocuk arkadaşlarıyla, ebeveynleriyle sorun yaşayabiliyor. Çocuk okulda başarısız olabiliyor ve öğrenme güçlüğü yaşayabiliyor. Dikkat eksikliği, hiperaktivite davranışı sergileyebiliyor. Bütün bunların hepsi psikiyatriyle alakalı şeyler. Ya da diyelim ki eşleri düşünün. Kendi aralarında çatışıyorlar ve boşanmalara kadar giden sorunlar yaşıyorlar. Kime gidecekler tabi ki bir terapiste. Terapist bu işle ilgili en yetenekli, en bilgili, üniversite sınavlarından tutunda Tıpta Uzmanlık Sınavı’na kadar en iyi eğitimleri, en yüksek puanları almış kişilerdir. Dolayısıyla bu kişilerden destek alacağız. Ya da diyelim ki evlilik çağına gelen insanlar evlilikle ilgili, cinsellikle ilgili sorunlar yaşıyorlar. İnsanlar iş stresine maruz kalıyor, öfkelerine hakim olamıyorlar, gençlerde alkol veya madde kullanımı olabiliyor, uyku sorunları yaşanabiliyor. İşte bunların hepsi,  psikiyatristten destek alabileceğiniz durumlardır.

 

*** İlimizin psikiyatri alanında diğer illerle kıyaslanamayacak farkı herkes tarafından bilinmekte. Bu farkın oluşmasında ülkemizde az sayıda olan Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanelerinden birisinin Elazığ’da olmasının bir etkisi var mı sizce?

 

Tabi ki bunun çok büyük bir rolü var. Zaman zaman bana il dışından hastalar geliyor. Bir kere Elazığ gerek sağlık alanında gerekse psikiyatri alanında bir marka şehir. Bunu önümüzdeki dönemde yapılacak çalışmalar, yatırımlar ve hastanelerin yeni dizaynında da göstermemiz gerekiyor. Psikiyatri denilince Türkiye’de iki tane il akla gelir. Birisi İstanbul Bakırköy Hastanesi diğeri de Elazığ Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi. Eski tabirle Elazığ Emrazı Akliye ve Asabiye Hastanesi. 1924 yılında Atatürk’ün imza ve onayıyla, İsmet İnönü’nün ve ilk Sağlık Bakanı Refik Saydam’ın onayıyla kurulmuş bir hastane. 1924 yılından beri Elazığ sağlık, özellikle psikiyatri alanında bir markadır ve tarihsel önemi olan bir şehirdir. Bu açıdan baktığımız zaman Türk psikiyatrisinde Elazığ’ın çok farklı ve önemli bir yeri var. Civar illerin adliyeleriyle ilgili vakalar senelerdir Elazığ’a geliyor. 100 yıla yakın bir zamandır bu böyle işliyor. İlimiz bu konuda tabi ki iyi bir noktada. Psikiyatri hizmetleri de kaliteli bir şekilde veriliyor. Bugün benim baktığım hastaların arasında Mersin’den, Diyarbakır’dan, Muş’tan, Bingöl’den gelenler var. Hatta yurt dışından, Almanya’dan gelip burada tedavi olmak isteyen hastalar var. İstanbul’dan hasta sabah uçakla Elazığ’a geliyor, bizden tedavi desteği alıyor ve akşam uçakla geri dönüyor. İşte bütün bunlar ilimizdeki gelişmelerin, ilimizin sağlık alanında marka olmasının sonucudur.

 

*** Peki hocam özellikle son yıllarda psikiyatri hastalıkları sayısında artış olduğu doğru mu?

 

Aslında psikiyatri hastalıklarında bir artış olduğu sadece rölatif bir durum. Toplumlarda depresyonun görülme ihtimalini ele alalım. Japonya, Rusya, Çin, Amerikan toplumuyla, Türk toplumunda depresyonun görülme oranı kadınlarda yüzde 23, erkeklerde yüzde 13 civarında. Diğer hastalıklarda da durum böyle. Diyelim ki hiperaktivite eskiden çok bilinmezdi. Çocuklarda bu durum yüzde 5-10 oranında görülüyor. Ya da evli kadınların yüzde 10’unda vajinismus denilen cinsel korku durumu oluşuyor. Ama eskiden bunlar bilinmiyordu. Bunlarla ilgili tedavi alanları ve psikiyatri uzmanlarının sayısı da yeterli değildi. Şimdi insanlar bunların tedavisinin olduğunun farkına vardılar. Dikkat eksikliği, hiperaktivitenin yapısal bir sorun olduğunun, depresyonun bir hastalık olduğunun farkına vardı. Dolayısıyla bunlarla ilgili hastaneler, uzmanlar arttı. İnsanlar televizyonlardan bunların tedavilerini öğrendi. Bu nedenle başvuru sayısında artış görülüyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre dünyada psikiyatriye ihtiyaç duyan her 6 kişiden biri psikiyatri uzmanına gidebiliyor. Bu çok düşük bir rakam. Eskiden çok daha az insan gidiyormuş. Amaç insanlarımızı daha çok bilgilendirmek, bilinçlendirmek ve psikiyatri desteği ihtiyaç duyan kişilerin doğru kandigerara yönlendirilmesi.

Günümüzde teknoloji gelişim gösteriyor. İstanbul’dan gelen hastam 1 hafta sonra tekrar gelmek istediğinde ikinci seansımızı online görüntülü olarak yapabileceğimizi söylediğimde çok şaşırıyor. Artık kalp grafiğimizi bile akıllı telefonlar aracılığıyla doktorlara iletebiliyoruz. Psikiyatri bu alanda biraz daha şanslı çünkü biz muayenelerimizi, tanılarımızı hep konuşmaya dayalı, hastadan ve hasta yakınlarından aldığımız bilgilerle yapıyoruz.

 

*** Kadınlarda depresyon görülme oranının erkeklere göre iki kat olduğunu söylediniz. Bunun nedeni nedir?

 

Bunun birçok nedeni var. Kadın sosyal anlamda çok stres altında. Evin bütün yükü, çocukların bakımı hep kadınların omuzunda. Fiziksel olarak da daha zayıflar. En önemli sebeplerden birisi de hormonal sebepler. Kadın gebelikte, doğumdan sonra depresyona girebiliyor veya adet döneminde bir takım anksiyete sorunları yaşayabiliyor. Yani kadının kendine özgü hormonal durumu da bu oranın yüksek olmasında etkili. Bu nedenle bütün dünyada kadınlar, erkeklere göre depresyon açısından iki kat daha risk altındalar.

 

*** Alzheimer ve anksiyete çağımızın hastalığı olarak biliniyor. Bu hastalıklar hakkında bilgi verir misiniz?

 

Depresyon gibi anksiyete yani kaygı bozukluğu da yaygın bir hastalık. Alzheimer de artık daha çok biliniyor. Biliniyor diyorum çünkü eskiden köyde adam bunuyormuş ve hiç kimse bunun Alzheimer olduğunu bilmediği için, ‘Adam bunadı sonra da öldü’ diyorlardı. Ama şimdi artık yaşlanma sürecinde unutkanlık olduğunda bunun Alzheimer mı ya da başka etkenlere bağlı bir unutkanlık mı olduğunu basit muayenelerle teşhis edebiliyoruz. Alzheimer artık daha bilinen bir hastalık oldu çünkü yaşam süresi uzuyor. Eskiden insanların ortalama yaşam süresi 50-60 yılken şimdi 70-80 yılın üzerine çıktı. Alzheimer 60-65 yaşın üzerinde daha sık görülen bir hastalık olduğu için dolayısıyla yaşlı nüfusu da artınca daha çok hasta olmaya başladı. Alzheimer günümüzde çok önemli bir ruh sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Avrupa’da yaşlı nüfus oranı daha yüksek olduğu için Alzheimer vakaları daha fazla.

Alzheimerlı hastalar kendilerine bakamıyorlar, bulundukları ortamı tanımıyorlar ve hatta ileri aşamalarda kendi çocuklarını bile tanımıyorlar, bir takım ağır psikiyatrik tablolar da duruma eşlik ediyor. Bu açıdan Alzheimer önemli bir sorun.

Anksiyete de yine çok sık karşılaşılan bir sorun. Sınav anksiyetesi milyonlarca öğrenciyi etkiliyor.

Endişe bir hastalık mıdır? Biz hayatımız boyunca hep endişe yaşarız. Otobüsü kaçırma endişesi yaşarız, sınıfta kalma endişesi yaşarız. Bu bir hastalık değil tabiki. Ama bir kişi sürekli kaygılardan dolayı işini yapamıyorsa, mutsuzsa, yaşam kalitesi düşüyorsa böyle bir durumda anksiyete bozukluğundan bahsediyoruz ve tedavi edilmesi gereken bir durum oluyor.

Mesela ayrılma anksiyetesi dediğimiz bir şey var, çocuk okula başlıyor ve anneden ayrılamıyor. Dolayısıyla okula gitmiyor, ağlıyor ve her gün karın ağrısı, baş ağrısı gibi nedenler ileri sürüyor. Bu şekilde 6 ay, 1 yıl okula gitmeyen çocuklar var. Bilmedikleri için psikiyatriye de gitmiyorlar.

Ya da sosyal anksiyeteyi ele alalım. Bu öğrencilerde yüzde 20-30 oranında yaygın. Utangaçlık, çekingenlik sosyal anksiyetedir. İnsanlar bunun bir rahatsızlık olduğunu bilmeyince, bir eve gittiklerinde ve bir erkek çocukla tanıştıklarında, ‘ne kadar sessiz, kız gibi, ağzı var dili yok’ gibi ifadeler kullanıyorlar. Halbuki çocuğun sosyal anksiyetesi var. Çocuk insanların içine giremiyor, göz kontağı kuramıyor, sınıfta söz almıyor, üniversite çağına geldiğinde sunum yapamıyor, öğretmen veya doktor olduğunda işini yapmakta zorlanıyor.

Yaygın anksiyeteden örnek verecek olursak; bütün gün sürekli kötü haber alacağım, çocuğuma bir şey olacak, eşi veya çocuğu geciktiğinde başına bir şey mi geldi gibi endişeler yaşamaktır. Sürekli bu endişelerle yaşamak insana acı veriyor, ruhsal olarak mutsuz ediyor.

Panik anksiyete yada panik atak dediğimiz şey ise anlık sıkıntı nöbetleri, çarpıntı, ölüm korkusu şeklindedir. Birçok anksiyete çeşitleri var ve bunların mutlaka tedavi edilmesi lazım.

 

*** Yaşam şartlarının her geçen gün zorlaştığı, ekonominin yanında terör başta olmak üzere artış gösteren sorunlar psikolojik rahatsızlıkları artırdı mı?

 

Ankara’da bir bomba patlatılıyor ve insanlar çarşı pazara çıkmaktan kaçınıyorlar. Geçen gün Ankara’ya gittim, herkes tedirgin dolaşıyor. Sürekli yeni bir şey olacak mı korkusu yaşanıyor. Zaten terörün amacı da o kaygıyı ortaya çıkarmak ve insanlar arasında panik ve güvensizlik duygusu oluşturmak. Elbette ki terör olaylarının, anksiyete veya ruhsal bozuklukları artırıcı bir etkisi var. Bir de ekonomik zorlukların depresyon, anksiyete veya başka bir takım ruhsal rahatsızlıkları tetiklediğini biliyoruz. Günümüzde özellikle ekonomik ve terör sorunları daha ağırlıklı olmak üzere insanları ruhsal açıdan çok olumsuz etkilediğini söyleyebiliriz. Bununla ilgili de insanlara, çok sıkıntı yaşıyorsa mutlaka bir psikiyatri uzmanına başvurmalarını öneriyoruz. Artık her ilde onlarca psikiyatri uzmanı var ve daha kolay ulaşılabiliyor. Dolayısıyla daha sağlıklı hizmet alınabiliyor.

 

*** Peki hasta sayınızda artış var mı?

 

Güneydoğu’daki veya ülkede terör olayları nedeniyle sıklıkla eşleri buralarda görev yapan, özellikle güvenlik görevlilerinin eşleri, yada oralarda çocukları asker olan, öğrenci olan ailelerin bu konuda daha sık başvurduğunu görüyoruz. Yani burada bir artış, bir etkilenme var.

 

*** Eskiden psikiyatrik rahatsızlık geçiren insanlar bunu çevrelerinden gizlerdi. Günümüzde de insanlar psikolojik sorunları olduğunu kabullenmiyor diye düşünüyorum. Az önce siz de sadece 6 kişiden biri psikiyatriste başvuruyor dediniz. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Sizce bu önyargı yıkılmadı mı?

 

Bu önyargı giderek ortadan kalkıyor. Burada tabi televizyon, radyo programlarının, gazetelerin, medyanın, sizlerin çok önemli katkıları var. Sosyal medyanın da çok önemli etkileri var. Ama en büyük katkıyı hastalarımız sağlıyorlar. Çünkü hastalarımız öğrendiklerinde, yakınlarında da benzer durumlar yaşandığında onları da bilinçlendiriyor. Aslında burada ilk bilinçlendirmeyi sağlayan, tedaviye gelen hastalar. Çocuğu hiperaktivite, dikkat eksikliği nedeniyle tedaviye gelen bir anne çevresini de aydınlatıyor. Yada öğretmen bu çocuktaki ilerlemeyi gördüğü zaman başka bir öğrencisini de bilgilendiriyor ve bize yönlendiriyor. Eskiden psikiyatrist eşittir delilik anlayışı vardı. Deliler psikiyatriste gider derlerdi. Deliler psikiyatriste gitmiyor, onları güvenlik güçleri zorla hastanelere getiriyor. Akıllı insanlar psikiyatriste başvurur. Bir gün muayene sırasını bekleyen bir hanımefendi muayene sırası kendine geldiğinde içeri bir hışımla girip, ‘Neden hep biz geliyoruz, neden bizi sıkıntıya sokan erkekler gelmiyor’ dedi. ‘Bunun gerçek yanıtını versem dikkate alır mısınız?’ dedim. ‘Evet’ yanıtını verince, ‘Çünkü kadınlar daha akıllı da o yüzden daha çok geliyor’ dedi. Niye? Çünkü bir kadın çocuğunun ateşi çıktığında onu nasıl düşürebileceğine dair çareler arıyorsa evliliği iyi gitmiyorsa, kaygısı varsa, mutsuzsa, çocuğuyla veya eşiyle ilgili bir sorunu varsa onu düzeltmek için de bir çare arıyor. Dolayısıyla daha kolay psikiyatriste gidebiliyor. Ama erkekler bunun çok farkında olmuyor. ‘Aman ne gerek var, ben aciz miyim’ gibi algılayıp doktora gelmekten kaçınıyor. Böyle bir durumda doğru olan, akıllıca olan uygun hekime zamanında gitmektir. Bu anlamda psikiyatrik destek almakta akıllıca bir iştir. O yüzden zaman zaman hastalarımla paylaştığımda diyorum ki ‘Akıllı insanlar bize gelir.’ Sıkıntı yaşayan, mutsuz hisseden, uykusu bozuk olan, kaygıları olan, bir şekilde yaşamıyla ilgili duygusal ve davranışsal sorunlar yaşayan insanlar aklını kullanıp bize geliyor. Aklını kullanmayanlar da kendilerine göre yöntemler üretiyorlar. Biz de onları kendi hdigererine bırakıyoruz.

 

*** Psikiyatri ilaçlarının her geçen gün daha fazla üretildiği dünyamızda bilinçsiz ilaç kullanımı çok yaygın. Özellikle doktor reçetesi olmadan antidepresan ilaçlar kullanılıyor. Bunun zararlarını anlatır mısınız?

 

Bu tabi ki çok yanlış bir uygulama. Avrupa’da, Hollanda’ya gittiğimizde bir göz damlası lazım olmuştu. Doktor reçetesi olmadan, hekim olduğumu anlatmamıza rağmen parasıyla bir ilaç alamadık. Doğrusu da aslında budur. Doktor reçetesi olmadan, eczaneden ilaç almak kesinlikle yanlış bir uygulama. Ülkemizde de bu anlamda giderek biraz daha Avrupa standartlarına yönelik çalışmalar yapılıyor. Ama halen daha reçetesiz olarak bir antidepresanı, bir antibiyotiği, ağrı kesiciyi bazı eczanelerden alabiliyoruz. Aslında bunun yasal olarak engellenmesi gerekiyor. Depresyon veya bir başka ruhsal hastalığın doktor tarafından tanı konulması gerekir. İlaç kullanımı da ancak psikiyatri uzmanının muayenesi ve kararı sonrasında verilebilir. Yoksa ‘bu bana iyi gelmişti, komşuma da iyi geldi’ gibi tavsiyelerle ilaç kullanımı doğu değil. Çünkü bu ilaçlara başlanıldıktan sonra da belli bir süre kullanılması gerekiyor. Çok ciddi olmamakla birlikte ufak yan etkileri de var. Dolayısıyla öneriyle, birinin tavsiyesiyle ilaç kullanılmamalı. Her üzüntü, her mutsuzluk depresyon değildir. Depresyonun kriterleri vardır. En az 2 hafta süren ve gün boyu devam eden mutsuzluk ve sosyal yaşamı bozacak bir takım sorunların olması gerekir ki biz depresyon diyelim. Bir insan bir arkadaşını kaybeder, bir kaza geçirir, tatsız bir olay yaşar ve o gün üzüntülü olabilir. Üzüntülü olmak depresyonda olmak anlamına gelmez. Psikiyatrideki bütün hastalıkların bir takım tanı ölçütleri vardır. Bu tanı ölçütleri yerine getirilirse o tanıyı koyuyoruz ve ihtiyaç duyulursa ilaç tedavisi veriyoruz. Biz hekimler sanki ilaç kullanmayı çok seven bir grup gibi algılanıyoruz. Baş ağrısı şikayetiyle size gelen birine ne yapacaksınız, ‘git takla at’ mı diyeceksiniz. Tabi ki ağrı kesiciyle ağrısını dindireceksiniz. Dolayısıyla depresyonu, kaygısı, uyku bozukluğu olan bir kişiye de elbette bununla ilgili tedavi edici ilaçlar vermeniz lazım. Son yıllarda psikiyatrik ilaçların üretiminde ve kullanımında evet bir artış oldu. Bunun sebebi de insanların artık bilinçlenmesi. Bir öğrenci dikkat eksikliği şikayetiyle gelince ona bir tedavi uyguluyorsunuz ve başarısı artıyor. Arkadaşı da bunu öğreniyor ve geliyor. Tabi o arkadaşına da biz aynı ilacı vermiyoruz. Kriterleri karşılıyor mu karşılamıyor mu buna bakıyoruz. Dolayısıyla farkındalık, bilinçlenme arttı. Bilinçlenme artınca da insanların psikiyatri alanına başvuru sayısı arttı. Bu da beraberinde ilca kullanımındaki artışı getiriyor.

 

*** Diğer tıp branşlarına göre teşhisin hem uzun zaman aldığı hem de çok zor olduğu psikiyatri alanında erken teşhisin önemi var mı?

 

Tabi ki erken teşhis önemlidir. Bazı insanlar depresyona giriyor, aylarca depresyonda kalıyor ama bunun farkına varmıyor. Kanseri nasıl ki erken teşhis ettiğinizde şansınız yükseliyorsa depresyonda, panik atakta da, takıntıda da durum böyle. Hastalık kronikleşmeden tedavisine başlarsanız daha erken toparlarsınız, yaşam kalitesini daha erken normdigereştirirsiniz ve hastalığın kronikleşme eğilimini engellemiş olursunuz. Bu açıdan erken tanının oldukça büyük önemi var. Erken tanı için de kişilerin bilinçli olması ve hekime gitmesi gerekiyor. Çünkü bazen kişi intiharın eşiğine geliyor ama hekime gitmek aklına gelmiyor. Ya farkında olmuyor ya da çeşitli önyargılar nedeniyle. Mesela bir din dersi öğretmeni geçenlerde geldi. Yakınları kendisine demiş ki ‘Sen din dersi öğretmenisin. Sen nasıl psikiyatriste gidersin?’ Ne alaka? Yani bir mikrobiyoloji profesörü ya da bir tıp doktoru grip olmaz mı? Elbette dini alanda hizmet veren bir kişi de depresyon, panik atak yaşayabilir, uykusu bozulabilir, takıntıları olabilir. Sonuçta o da beden ve duygulardan oluşan bir insan. Elbette ki onun da destek almaya ihtiyacı olabilir. Hani ‘İmanı zayıf olanlar depresyona girer’ derler. Oysa tamamen yanlış bir görüş. Bunun dinle imanla hiçbir ilgisi yok. Ama şunu söyleyebiliriz ki inancı olan insanlar intihar davranışlara daha az yelteniyor. İntiharda inanç koruyucu bir faktör bunu söyleyebiliriz. Ama bir kişi depresyona girmişse bu imanının zayıf olmasından kaynaklanmaz. Ne yazık ki bazen dinlediğim vaazlarda da hocalar yanlış anlamlar çıkarılabilecek açıklamalarda bulunuyorlar. Halkımızın bu konuda bilinçli olmasını tavsiye ediyorum.

 

*** Boşanmaların çocuklar üzerindeki etkilerine değinelim biraz da. Günümüzde artış gösteren boşanma olayları çocuklarda ne gibi etkiler bırakıyor?

 

Boşanmalar sadece çocuklar üzerinde etkili değil. Eşler üzerinde, eşlerin aileleri üzerinde, çevre üzerinde etkili. Boşanma oranları arttıkça insanlar boşanmaya daha kolay cesaret edebiliyorlar. Bu açıdan baktığımızda boşanma aslında birçok şeyi tetikliyor. Tabi evlilik gibi boşanma da doğal bir sonuç. İnsanlar severek evlenebilir ama anlaşamadıkları zaman da medeni bir şekilde ayrılmak için bir müessese var. ‘Kadın benden neden ayrılıyor’ diye ona şiddet uygulayıp, onu öldürmeye gerek yok. Böyle bir durumda, insanlar bir arada kalma becerisini kaybetmişlerse, hem kendileri hem de çocukları için zararlı olmaya başlamışsa elbette ki boşanma düşünülebilir. Tabi boşandığınız zaman sadece çiftler boşanmıyor. Çocuklar senelerce bunun etkisinde kalıyor. Yani çocukluğunda anne-babası boşanan kişiler 50 yaşına gelse de bunun travmatik etkisini yaşıyor. Bir çocuk için anne ve babasının anlaşamamasının, ilişkilerini yürütememesinin hiçbir önemi yok. Çocuk ‘Anne ve babam bir arada olsun beni için yeterli’ der. Boşandıktan sonra çocuk bir şekilde birinden ya da her ikisinden sevgi ve destek alma konusunda zorluk yaşıyor. Gelecekte de sağlıklı bir birey olma özelliğini de ciddi anlamda risk taşıyor. Boşanmış ailelerin çocuklarında ciddi davranışsal sorunlar, eğitim sorunları, geleceklerini planlamada zorluk, alkol ve madde bağımlılıkları, kendilerinin de ileride evlilik kurduklarında boşanma gibi birçok riskle karşı karşıyalar. Bu nedenle boşanmış olan ailelerin çocuklarıyla ilgili mutlaka psikiyatrist desteği almalarını öneriyoruz. Eşlerin kendileri de eğer boşanma sürecindelerse mutlaka birlikte bir doktorla görüşmeliler. Eğer bir arada kalmalarının yolları varsa terapiyle bu sağlanır. Ama bu artık imkansızsa çocuklarına nasıl daha iyi bir gelecek sağlayabileceklerinin çalışması yapılır.

 

*** Davranışlarımız zaman içerisinde değişti ve değişmeye devam ediyor. Mesela bundan 20 yıl önce internet bağımlılığı diye bir sorun yokken bu şimdi bir davranış bozukluğu olarak sıklıkla karşımıza çıkıyor. Aslında bunu genellersek teknoloji bağımlılığı hakkında neler söyleyeceksiniz?

 

Çok önemli bir konuya değindiniz. Artık Türkiye’deki bazı hastanelerde ‘Teknoloji Bağımlılığı’ poliklinikleri kuruldu. Giderek yaygınlaşır diye düşünüyorum. Bu konuyla alakalı çok ciddi sorunlar yaşayan insanlar var. Birkaç gün önce bir anne geldi ve Tıp Fakültesi mezunu oğlunun sabahlara kadar bilgisayar başından ayrılmadığını söyledi. Bir oyuna bağlanmış ve günde 5-10 saat oyun oynuyor. İşe gittiğinde de yorgun,  uykusuz oluyor ve verimi düşüyor. Teknoloji bağımlılığı gelecekte insanları en çok etkileyecek sorunlardan bir tanesi gibi gözüküyor. Birkaç yıl içerisinde bize en çok başvuracak grup teknoloji bağımlıları olacak. Bu sanki en çok öğrencilerde, çocuklarda görülüyor sanılıyor ama yetişkinlerin de bu bağımlılık sorunuyla karşılaştığını biliyoruz. İnsanlar burada ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bunun ne kadarının bağımlılık ne kadarı değil bilinmiyor. Bunu kısaca açıklayacak olursak; günde 2 saat veya daha fazla sosyal medya ya da bilgisayarda oyun oynamakla zaman harcıyorsak bu artık bir bağımlılık düzeyinde demektir. İnsanlar bu durumda artık sosyal ilişkilerini bırakıyor, ailesini ihmal ediyor, okulunu ihmal ediyor. Mesleki ve sosyal işlevselliği bozulmaya başlamışsa en az 2 saat veya daha fazla teknolojiyle ilgileniyorsa bu durumda bir bağımlılıktan söz edebiliriz. Ama burada bir parantez açmak istiyorum. Geçenlerde bir televizyon programını izlerken kendisiyle röportaj yapılan bir kişi günde en az 8-10 film izlediğini söyleyince çok şaşırdım. Tabi röportajın devamını takip ettiğimde kişinin film eleştirmeni olduğunu öğrendim. Yani mesleki açıdan bilgisayar kullananları kastetmiyorum. Oyun ve eğlence amaçlı 2 saat veya daha fazla zaman ayrılmışsa bağımlılıktan söz etmeliyiz. Böyle bir durumda mutlaka psikiyatri uzmanlarına başvurmak lazım. Yani cezalandırarak, şiddet uygulayarak, kavga ederek, küserek bunun üstesinden gelemeyiz. Bu durumda çocuklar daha inatlaşıyor, evi terkediyor, evden kaçmaya başlıyor. Bu yüzden mutlaka uzmandan yardım alınmalı.

 

*** Yaşanan birçok olumsuzluk sonrasında ‘bir anlık cinnet’ deniliyor. Öfke kontrolü bu kadar zor mu? Bunun için neler söyleyeceksiniz?

 

Ne yazık ki son yıllarda çok daha sık olarak medyada karşılaşıyoruz. Daha geçen gün ilimizde öfkesini kontrol edemeyen birisi içindeki kin duygusuyla bir çocuğun başına silahla ateş edebiliyor. Buna gerçekten çok üzüldüm. İnsanlar öfkeleriyle, kinleriyle hareket ettikleri zaman ne yazık ki böyle tatsız sonuçlar ortaya çıkıyor. Burada bir cinnet geçirdi mantığı çok doğru değil. Bu insanlar deli fala değiller. Deli deyip akıl hastalarına haksızlık etmeyelim. Bu kişiler normalde aklı başında ama öfkesi ve kini nedeniyle insanlara sonuçlarını düşünmeden zarar veren, sadece içlerindeki o kötü duygularla hareket eden, kendilerini tatmin etmeye yönelik bir takım davranışlar sergiliyorlar. Çoğunlukla kadına yönelik şiddetin de temelinde bu var. ‘Bir kadın nasıl beni terkeder’ diyor. Daha önce nasıl sevmişse, sana eş olmuşsa zamanı gelmiş anlaşamamışsanız medeni bir şekilde bırakacaksın. Burada kıskançlık, anti sosyal kişilik, madde bağımlılığı, kişilik bozukluğu, ağır psikiyatrik tablolar gibi birçok sebep var. Dolayısıyla bunu basit bir cinnet kelimesiyle tarif etmek çok doğru değil. Bunların önüne eğitimle, özellikle bu tarz eğilimi olan kişilerin bilinçlenmesi, destek alması ile geçilebilir. Bize öyle vakalar geliyor ki tedavi ediyoruz. Tedavi sonrasında kişi, ‘Hocam birine zarar vermeyi düşünüyordum. Allah sizden razı olsun’ diyor. Çünkü insan o an ne olacağını düşünemiyor. Neden-sonuç ilişkilerini düşünmeden o anki duyguyla, öfkeyle hareket ediyor. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde ‘En büyük insan, öfkesini yenen insandır’ diyor. Bu nedenle öfke kontrolü çok önemlidir. Öfkesini kontrol etmekte sorun yaşayan kişilerin, özellikle travmatik olaylar yaşayan, başlarına tatsız olaylar gelen kişilerin mutlaka bu öfke kontrolü için psikiyatri uzmanına başvurmalarını özellikle tavsiye ediyorum.

 

*** Tüm bu sohbetimizin özeti niteliğinde bir soru sormak istiyorum. Ruh sağlığımız nasıl? Sizce ruh sağlığımız her geçen gün bozuluyor mu?

 

Ruh sağlığımız elbette dört dörtlük diyemeyiz. Çevremizde bu kadar terör olaylarının olduğu, şehitlerimizin olduğu, terör nedeniyle vatandaşlarımızın hayatlarını kaybettiği, yaralandığı, can ve mal kaybı yaşadığımız bir dönemde elbette ruh sağlığımız yerinde diyemeyiz. Ama Yaradan bize bir akıl vermiş. Nasıl ki burnumuz kanadığı zaman bir çözüm arıyorsak, grip olduğumuzda doktora başvuruyorsak, gözümüz bulanık gördüğünde hekime gidiyorsak ruhsal açıdan da bir sıkıntı yaşadığımızda, kendimizi mutsuz, kaygılı hissediyorsak, uyku düzenimiz bozulmuşsa, iş verimimiz düşmüşse, eşimizle devamlı tartışıyorsak, çocuklarımızla uyuşmazlıklarımız varsa, çocuğumuz okulunsa başarısızsa, arkadaşlarıyla kavga ediyorsa, şiddet uygulanıyorsa bunun için de uzmanlar var. Bu konuda doktorlara, psikiyatrlara, klinik psikologlara, psikologlara başvurmak lazım. Başvuracağımız kişiyi bilmeliyiz. Bakıyorsunuz ne psikoloji eğitimi almış, ne klinik psikolog, ne psikiyatri uzmanı ama yaşam koçu, kişisel gelişim uzmanı adı altında hiç alanla ilgisi ve eğitimi olmayan kişilerin terapi ve tedavi destekleri yaptığını biliyoruz. Bu çok yanlış bir şey. Halkımız bir takım kavramlara çok çabuk kanıyor. Yaşam koçu diye mezun veren bir okulumuz var mı? Bir gün bir hanımefendi geldi bana ve birkaç belge çıkararak, ‘Ben yaşam koçluğu ve kişisel gelişim konularında eğitimler aldım, burada çalışabilir miyim?’ diye sordu. Ben de ‘Hayır, burada sadece psikiyatri uzmanı ya da psikologlar çalışabilir’ dedim. Biz bu alanla ilgisi ve bilgisi olmayan kişilerin bu alanda çalışmasını doğru ve etik bulmuyoruz. İnsanlar falcılara, hocalara gidiyor. Akıllı ve bilgili hocalar kendilerine giden hastaları doktorlara yönlendiriyor. Hani bizim kültürümüzde vardır, sıkıntı yaşayan bir çare arar ve bir din hocasından destek ve dua almak ister. Elbette bir dua almak şifadır ve tedavi edici bir etkisi vardır. Dua okuduğumuzda hepimiz rahatlarız ve manevi bir huzura ereriz. Ancak tedavi ayrı bir şeydir, gidip bir yerden dua desteği almak ayrı bir şeydir. Bunun ayrımını yapmak lazım. Günümüzde bilinçli hocaların bu konuda hassasiyet gösterdiklerini bilmek, duymak ve tanık olmak beni ayrıca mutlu ediyor. Tabi ruhsal sağlığımızı korumak bizim elimizde. Nasıl ki yazın ve kışın uygun kıyafetler giyinerek bedenimizi koruyoruz, ruhumuzu da bir takım olumsuz olaylardan korumamız lazım. Bunu kendi başımıza yapamıyorsak bununla ilgili alanlara başvurmamız lazım. Medyada da bu konuda çok kirli bilgiler var. Özellikle internette yer alan bilgilerin yüzde 80’i yanlış. İnsanlar hemen Doktor Google’ye başvuruyor ve depresyonla, bir ilaçla, tedaviyle ilgili bilgi almaya çalışıyor. Burada bir doktora direkt başvurmak en doğru yöntemdir. İnternette yapılan yorumların en az yüzde 80’i yanlış yönlendiricidir ve kişinin kaygılarını artırıcı etki yapıyor. Bunu okuyucularımızın dikkate almalarını istiyorum.

 

 

*** Ömer hocam sizi sadece muayenehanede değil, basın ve yayın organlarında da sık sık görüyoruz. Bilgilerinizi kamuoyuyla paylaşırken sosyal projelerde de yer alıyorsunuz. Kendinize ve ailenize yeteri kadar vakit ayırabiliyor musunuz?

 

Ben yaklaşık 15 yıldır Kanal E Televizyonu’nda devam ettirdiğim ‘Empati’ isimli bir televizyon programım vardı. Okuyucularınız eminim hatırlar. Bu programımızın özellikle psikiyatriyi topluma tanıtma, bilinçlendirme açısından çok önemli bir işlev sürdürdüğüne inanıyorum. Efem 23’te yine bir ara radyo programlarımız oldu. Ayrıca yine bir yerel gazetede bir dönem düzenli olarak köşe yazılarım oldu. Bunlar tamamen halkı bilgilendirmeye yönelik çalışmalardı. Bir takım engelli derneklerinde çalışmalarımız var. Bunları da kamuoyu biliyor. Yine gururla ifade etmek istiyorum ki bu yıl Türkiye İşitme Engelliler Süper Ligi’nde Türkiye Şampiyonluğu’nu Elazığ’a getirdik. Bu kulübün 2 yıldır başkanlığını yapıyorum. Başkanlığını yürüttüğüm bu kulübün yönetim kuruluyla, hocamız ve futbolcularımızla Elazığ’a ikinci Türkiye Şampiyonluğu’nu getirdik. Bunlar aslında bizi tedavi eden şeyler. Yani dezavantajlı gruplara yardımcı olmak, bu tarz sosyal destek programlarına katılmak, toplumdaki sıkıntılı insanların dertlerine çözüm üretmek, bunlarla ilgili projelerde yer almakla aslında kendimize de rehabilitasyon yapmış oluyoruz. Tabi ki kendimize de zaman ayırmamız lazım. Sağlıklı bir insan kendi eşine, çocuklarına, ailesine zaman ayırmıyorsa dünyanın en başarılı işadamı olsa da bir süre sonra ciddi anlamda kriz yaşar. Bu nedenle işlerinden dolayı ailelerini ihmal eden kişilere önerim; dengeyi sağlayalım. Eğer ailem mutlu olmazsa ben mutlu olamam, ben mutlu olmazsam hastalarımı tedavi edemem. Dolayısıyla hepsi birbiriyle bağlantılı bir zincirin halkaları gibi. Bu nedenle daha kaliteli hizmet üretebilmek adına elbette kendi aileme ve kendi yaşamıma da zaman ayırıyorum ve buna önem veriyorum.

 

*** Meslek hayatınız boyunca unutamadığınız bir anınız oldu mu?

 

Birçok ilginç anım var aslında. Mesela asistanlığımda tedavi verdiğim hasta uzak illerden bana tedavi olmak için geliyor. Ya da asistanlık dönemimde Ordu ilinden Samsun’a ailesiyle gelen bir kızımız vardı. Yıllar sonra internetten araştırıp beni buldu ve bana mail attı. Hatırlansın diye ayrıntılı bir şekilde de anlatmış. Benim hafızamda aslında o kadar canlı ki bende ‘Evet hatırladım. Anneniz öğretmendi, babanız da şu işi yapıyordu ve siz de şu şikayetle gelmiştiniz’ diye cevap verince bunu şaşkınlıkla karşıladı. Bir de Almanya’dan biri aradı ‘Hocam ben Almanya’daki doktorlardan randevu alamadım. Elazığ’a gelsek hastamı orada tedavi ettirebilir miyim?’ diye sordu. Bunlar tabi hem Elazığ için hem de bizim ürettiğimiz hizmetler açısından gururlanacağımız şeyler. Unutamadığımız elbette onlarca anımız var ve bunlar sadece birkaç tanesi.

 

*** Bize vakit ayırdığınız için Hakimiyet Gazetesi olarak çok teşekkür ediyoruz. Son olarak Elazığlılara mesajınız var mı?

 

Ben de öncelikle gazetenize ve şahsınıza bu güzel röportajı gerçekleştirdiğiniz için, halkımızın psikiyatri konusunda bir takım doğru bilgilendirmelere kavuşmasında katkı sunduğunuz için çok teşekkür ediyorum. Elazığ halkına da şunu söylemek istiyorum. Elazığ psikiyatri alanında çok önemli ve şanslı bir şehir. Türk psikiyatri tarihinde de çok önemli bir şehir. Ruhsal açıdan bir sorun yaşadığımızda lütfen ilgili uzmanlara danışalım. Uzmanlara danışmadan alan dışı kişilerle bu tedavileri, bu çalışmaları yürütmeyelim. Bunların mutlaka sonradan zararları oluyor. Bununla ilgili bir olay anlatmak istiyorum. Tedavi verdiğim bir hastam Mersin’e gitmiş ve oradaki bir şahıs, ‘Bu tedaviler insanda bağımlılık yapar. Ben biyoenerji uzmanıyım ve bunu tedavi ederim’ demiş. Hasta da buna inanıp ilaçlarını kesmiş. Tabi o şahısta parasal açıdan kendisini de sömürmüş. Birkaç ay sonra çok daha ağır bir tabloyla hasta Elazığ’a bize getirildi. Kendisini tekrardan zor toparladık. İşte bunlara dikkat edelim ve doktorlara, uzmanlara güvenelim. Şüphelendiğimiz en küçük şeyleri bile doktorlarla paylaşalım. Mutlu olmalarını diliyorum. Benim klasik bir sloganım vardır. Hayatı mutlu yaşayın.