GÜZEL İNSANLAR GÜZEL ATLARINA BİNİP GİTTİLER

      

                            

GÜZEL İNSANLAR GÜZEL ATLARINA BİNİP GİTTİLER
TAKİP ET Google News ile Takip Et

      

                                     (IŞIĞI YANAN EVLER)

                          

            Prof. Dr. Saffet Solak’ın “Işığı Yanan Evler” başlıklı anısını okumayanımız, duymayanımız yoktur sanıyorum.

            Prof. Dr. Saffet Solak bu anısına bir göz attığımızda yalnız yaşayan yaşlı bir kadının evine misafir gelmesi için ışığını söndürmediğini, o kadının gece yarılarına kadar evine gelecek bir misafir beklediğini görüyoruz.

            O günden bu güne yani “kendin pişir kendin ye” dönemine geldiğimizde ışığı yanan evlerden ışığı sönen evlere doğru yol aldığımızı görüyoruz.

            Her neyse biz dönelim o günlere ve kulak verelim Prof. Dr. Saffet Solak’a…  

                                                      ***                                                                                                            

             “Tıp fakültesini yeni bitirmiş, pratisyen hekim olarak ilk görev yaptığım

yere Konya’ya bağlı küçük bir beldenin sağlık ocağına tayinim çıkmıştı.

            Gençtim, bekârdım.

            Gurbete ilk defa çıkıyordum.

            Bindiğim tren gece yarısına doğru bir durakta durdu. Trenden indim yağmur çiseliyordu. Etraf oldukça ıssız ve karanlıktı. Yalnız ileride bir ışık gözüküyordu. Çamurlara bata çıka o ışığa doğru yöneldim.

            Kapıyı çaldım. Yaşlıca bir kadın açtı kapıyı.

            “Buyur evladım” dedi.

            “Anacığım” dedim…”Filan beldedeki sağlık ocağına hekim olarak atandım. Oraya gideceğim ama nasıl gideceğimi ne zaman gideceğimi bilemiyorum” deyince kadın:

            “Hele gir içeri oğul” dedi.

            “Oraya bu saatte gidemezsin sabah ola hayrola. Bu gece burada kalır yarın sabah yoluna devam edersin” diye sözlerine devam etti.

             İçeri girdim yanan sobanın yanı başında ısınmaya çalıştım. Akşam yemeğinden sonra çaylarımız gelmiş, sohbetler edilmişti. Üzerimde yol yorgunluğu, geldiğim yeni yerin yabancılığı vardı. Saatler ilerliyor, ağır bir uyku beni içine çekiyordu. Ev sahibine bir şey de diyemiyordum.

            Bir müddet daha geçti yine bir hareket yoktu. Hacı anneye sıkılarak:

            “Anneciğim, sizin buralarda kaçta yatılıyor? “Deyince;

            Hacı anne:

            “Evlâdım treni bekliyoruz. Az sonra bir tren gelecek, onu bekliyoruz” dedi.

            Merak ettim, tekrar sordum:

            “Trenden sizin bir yakınınız mı inecek?”deyince;

            Hacı anne:

            “Hayır, evlâdım, beklediğimiz trende bir tanıdığımız yok. Ancak burası uzak ve sapa bir yer. Trenden buraların yabancısı birileri inebilir. Bu saatte yakınlarda ışığı yanan bir ev bulamazsa, yazı yabanda tek başına kalır. Buraların yabancısı biri geldiğinde, ‘Işığı yanan bir ev bulsun’ diye bekliyoruz.” Dedi.

 

                             KONYA DEŞTİĞİN”DE BİR GECE

 

            Söz Konya’da açılınca bizimde aklımıza Konya’da yaşadığımız ve yaşadığımız sürece de unutamayacağımız bir anımız geldi.

            Kızım sınıf öğretmeni olarak Konya ili Doğanhisar ilçesi Deştiğin beldesine atanmıştı.

            Tarih 21 Şubat 2005’ti…

            Oraları gitmediğimiz, görmediğimiz bilmediğimiz yerlerdi. Doğanhisar ilçesine giden bir otobüse bindik iki, iki buçuk saatlik bir yolculuktan sonra mesai bitimine çok az bir zaman kala Doğanhisar ilçesine vardık. Önce Kaymakamlığa akabinde aynı binadaki İlçe Milli Eğitim Müdürlüğüne gittik gereği yapıldıktan sonra Deştiğin beldesine gitmemizi söylediler.

            Dışarı çıktık akşamın karanlığı çoktan çökmüştü zar zor o beldeye giden bir taksi bulduk bindik gidiverdik Deştiğin’e…

                                                      ***

            Deştiğine indiğimizde çok soğuk ve kap karanlık bir gece hâkimdi.  Karla karışık yağmur yağıyordu.

            Otel yoktu, misafir hane yoktu, kalacak bir yerimiz hiç yoktu. Geldiğimize bin pişman olmuştuk o geceyi geçirecek bir yer veya Doğanhisar’a gidecek bir vasıta bulsak sabahı bu atamadan vaz geçip Elazığ’a dönecektik.

            Belediyeye gittik belediye kapalıydı.

            Bir vatandaş bize “Siz Hüseyin Hoca’lara gidin. Hüseyin Hoca gereğini yapar” dedi ve evini tarif etti Hüseyin Hoca’nın…

            Kızımla birlikte Hüseyin Hoca’nın kapısını çaldık.

            Tıpkı Saffet Solak’ın ev sahibesi gibi ileride kendisine “Babaanne” diye hitap edeceğimiz nurani yüzlü yaşlıca bir nine açtığı kapıyı. Meramımızı anlatırken Hüseyin Hoca (Hüseyin Yokuş) geldi bizleri içeri buyur etti.

            İçeri girdiğimizde kömür sobası öylesine şiddetli bir şekilde yanıyordu ki boruları kıpkırmızı kesilmişti.

            Ama biz hala üşüyorduk.

            Aç ve yorgunduk.

            Yemeğimizi yedik, çaylarımızı içerken derin bir sohbete koyulduk. Biri birimizi tanımaya çalıştık. Hüseyin Hoca güngörmüş, hoş sohbet ve misafirperver emekli bir öğretmendi. Eşi ve kayınvalidesi ile birlikte yaşıyordu. O beldenin oldukça sevilen ve sayılan bir simasıydı.

            Evi kızımın atandığı okulun hemen karşısındaydı.

            O gece o ev bize dünyanın ene sıcak ve en huzurlu yuvası gibi geldi.

            Hüseyin Hoca bana hitaben “Allah’a şükürler olsun bize bir kız çocuğu nasip etti. Artık o bizim evladımız bizimle kalacak sizin gözünüz arkanızda kalmasın” diyerek güvence verdi.

            O güvence dostluğa, sevgiye, saygıya, sadakate dönüştü hala gönüllerde yaşıyor Elhamdülillah.

 

                                      VE BİZDEN BİR ANI

 

            Yıl 1950’ler, yer merkeze bağlı Gökçe (Lotoğlu) köyü.

            O dönemlerde yokluklar hâkim dokuz - on haneden müteşekkil köyümüzde elektrik yok, yol yok, okul yok, cami yok, vasıta yok, tabiri caizse üstte yok başta yok. Evimizin üst katında büyücek bir odamız var. Her ramazanda teravih namazını rahmetli babam kıldırıyor. Ben o tarihte 9 -10 yaşlarında bir ilkokul öğrencisiyim. Öğrenimimi Elazığ’da yapmakta ancak tatillerde veya Cumartesi Pazar günlerinde köye gitmekteydim.

            Dedem Lotoğlu Yakup Ağa güngörmüş, dokuz yıl askerlik yapmış bir ayağı topal olarak köyüne dönmüş bir gaziydi. Ninemin pişirdiği yemekler sinilere konulduğunda beni sofradan kaldırır “Git oğul bak bakalım köyde yabancı birisi veya bir yolcu var mı? Varsa dedem çağırıyor de al getir” derdi. Ben zoraki de olsa sağa sola bakar kimseleri göremez eve gelir “Yok dede köyde yabancı kimse yok derdim” bunun üzerine yemeklere kaşıklar sdigeranır karınlar doyurulmaya çalışılırdı.

            Evimizde ikram özelliğini taşıyan, bal, ceviz, pestil, orcik gibi yiyecekler misafirlerin hakkıydı onlara saklanırdı. En temiz yün yataklar misafirler içindi onlara el sürülmezdi.        

            Biz bu alışkanlıkla büyüdük ama ne yazık ki bu alışkanlığımızı idame ettiremedik. Buna da yanar kahrolurum.

                                                      ***

            İşte Sayın Saffet Solak’ın hatırasını okuduğumda bunlar geldi aklıma ve kendi kendime bir soru sordum.

            “Bu kültürümüze ne oldu?” dedim.

            Misafirperverlik, yardımlaşma duygularımızı kimler gasp etti? Ve hangi ortam bizleri “Kendin pişir kendin ye” ortamına itti.

            Ne yaptık ki Türkün bu güzellim özelliği kaybolup gitti.

            Kısacası “Bize ne oldu?”

            Biz ne düğü belli olmayan hangi kültüre hizmet etmekteyiz.

            Bu kaybımızı ne zaman ve nasıl telafi edebileceğiz?

                                                      *** 

            Konya Ovasında, ya da bir başka yerinde, Türkiye’nin, trenden inen

yabancılar için Işığı yanan evler hâlâ yerinde duruyor mudur?

            Yabancılar, yorgun bedenlerini yün yataklarda dinlendirmeye devam

ediyorlar mı? Aç bir köpeğin önüne bir kap yemek bırakan kadınlar

yaşıyorlar mı? Kuşlara yuva yapan mimarlar sahi şimdi neredeler?

            Deştiğin’de Hüseyin Hocam Allah sana uzun ömürler versin. Versin ki Deştiğin’e gelen kimsesizlere kucak açasın onların karınlarını doyurup ısıtasın. Eğitim ordusuna Atatürkçü ve milliyetçi nesiller katasın.

            Sizden başka bütün bu güzel insanlar, atlarına binip gitmişler.

            Bizler, atlarına binip giden güzel insanlara sahip bir medeniyetin yetimleriyiz. Çekip gidenlerin doldurulmamış boşluklarında savrulup duran yoksullarız.

            Şair öyle diyordu:

            “Güzel insanlar, güzel atlara binip gittiler.”

             Şimdi bu güzel insanlar, neden sessiz ve sedasız atlarına binip gittiler? Onları ne yıldırdı da bir daha geri dönmediler?

            “Ey güzel yurdumun güzel insanları! Nerelerdesiniz?”