BİR KIŞ GECESİNE DAİR…

Ocak, 1967

BİR KIŞ GECESİNE DAİR…
TAKİP ET Google News ile Takip Et

Ocak, 1967.

 

Gecenin koyu karanlığının aksine, lapa lapa yağan karların altında bembeyazdı şehir… Her şey olduğundan daha duruydu bu beyazlığın altında…

Cama sırtını dayamış halde duruyordu… Ahşap pencereden sızan soğuk havanın ürpertici serinliğini hissedemeyecek kadar dalgındı…

Bu aralar huzursuzdu. Yüksek tansiyonun tehdit ettiği sağlığından dolayı annesinin durumundan endişeleniyordu. Bir zamanların imrenilen kadını Nadire Hanım, artık saat on olmadan yatağına girmek zorundaydı. Kocasını genç yaşta kaybetmesiyle geçirdiği meşakkatli yıllar onu yaşamın tüm güzelliklerinden mahrum bırakmıştı.  Yediği, içtiği hatta yürüdüğü yol bile doktor iznine tabiydi.

Annesinin hasta halini izlemek üzücüydü onun için… Babasının ölümüne bile alışamamışken… Bu kaygı dolu düşüncelerden kurtulurcasına, “Yapacak bir şey yok. Hayatın düzeni bu.”  dedi kendi kendine…

Eliyle camın buğusunu sildi. Dışarıya baktı.

Rüzgârla savrulup pencere pervazlarında biriken kar tanelerinin beyazlığı, bahçeyi ve sokağı kaplayarak devam ediyordu… Beyaz bir dünya vardı dışarıda… Bembeyaz.

Seyre daldığı mazisiydi aslında… Bakkal Vehbi’nin bahçesinden kendi bahçelerine sarkan meyve ağaçlarına uzanışını ve ddigerardaki meyveleri aşırışını hatırladı. Ya o kış geceleri? Soğuğun bedenini, korkunun da ruhunu sarpa sardığı kış gecelerinde tuvalet ihtiyacını gidermek için bahçedeki helâya gitmekten imtina edip, acı içinde yataktaki kıvranışını…

Gülümsedi içten içten…

Tekrar çalışma masasına doğru yönünü değiştirdi. Masanın her iki tarafındaki kitaplıklara gözleriyle bir gezinti yaptı. Artık seçkin dostlarıyla beraberdi. John Locke, Schopenhaoure, Russell, Nietzsche ve diğerleri sohbete hazır, bekliyorlardı… Onun için günün en güzel saatleri, felsefeye ayırdığı saatlerdi. Kendini insan gibi htiği bu saatler, gece yarılarına kadar sürüyordu. Bitmez tükenmez öğrenme isteği, hakikat aşkı ve entelektüel cesareti okuduklarının üzerinde derin düşünmesine yol açıyor, okurken elinde hiç eksik etmediği kalemle altını çizdiği cümleler ona yeni fikirler, yeni duygular aşılıyordu. Bazen çizmekle de yetinmiyor, sayfa boşluklarına not düşüyor, olmadı bu görüşleri defterine not ediyordu.

Şehrin en eski gazetesi olan Turan Gazetesi’ne yazdığı haftalık yazılarında bu notlardan oldukça faydalanıyordu. Yazılarında, diğer yazarlar gibi halkın ilgisini çeken günlük hadiselerden ziyade genellikle geleneksel düşünceye ve inançlara ters düşer gibi görünen antik ve çağdaş felsefi düşünceleri dile getiriyor, O’nu yutarcasına içine çeken düşünceler dünyasının, gerçek yaşamda sürüklediği yalnızlık duygusunun verdiği sıkıntıyı belki de bu şekilde dışarıya atıyordu.

O gece içindeki bilinmez bir sıkıntı yüzünden çalışma odasında öylece oturdu. Ne okuyabildi ne de yazdı…

Bir ara cebinden çıkardığı saati duvara asılı gaz lambasının soluk ışığına doğru çevirdi. Sabahın dördüne birkaç dakika vardı…

 

Birkaç gün önce, salep içtiği pastanenin adının ne olduğunu düşündü... Ama çıkaramadı…