Rıdvan AYDIN

YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM

Rıdvan AYDIN

Yakın kol uçuşundan yorgun düşmemeleri, olası hava muharebesine enerjik kalmaları gerektiğini düşünerek, kanat arkadaşlarına seslendi Yzb. Serhan; 

“Kobra iki üç kol; Taarruzi taktik kol!”

“İki”

“Üç”

“Dört”

Hayat bazen gök atlasta yazılanlara pek uymasa da teorik eğitimi, Uçuş Okulu dershanelerinde verilip, uygulaması bulutlar diyarında sürdürülen kol uçuşları; “Yakın kol” ve “Taktik kol” olarak ikiye ayrılırdı. Kanat kanada uçtuğunuz uçak uzunluk ekseninin, sağ ya da sol 45 derecesindeki açı kolu üzerinde; Lider kaskı, kanat ucu lâmbası ve kendinizi, hassasiyetle hizalamanız, ileri-geri konumunuzun yakın kol uçuşundaki güvenli yeriydi. Kolunda olduğunuz uçağa en fazla “50cm” ile “1” metre arasında durmaksa yanca uzaklığınızdı. Böylesi bir üçlü referans disiplinine gece, gündüz, bulutta ve her türlü hava hadisesinde mıhlanmak, kol uçuşunun el mecbur anayasasıydı. Lider uçak ne yaparsa yapsın, koldaki her elemanın; bir elinin gaz kolu, diğerinin levyesi (modern uçaklarda Joystick) ile aynı düzlemin bütünlüğünde, eş zamanlı hareketi olmazsa olmaz mecburiyetiydi. En ufak bir dikkatsizlik çarpışmanın ölümcül pususunda, kanattan savrulup gitmelerse savaş pilotluğunun, affedilmez yasasında beklerdi. Organize birliktelikle yapılan tüm görevlerin yüksek başarısında, kol liderlerinin önemi oldukça büyüktü. Gerek yüksek gerekse alçak irtifaların akrobatik her manevrasında, yetenekli kumandalar sergilemesi, empatisel bir mantıkla kendinden çok kolundaki elemanları düşünmesi, nitelikli liderliğin ustalıklı mecburiyetlerindendi.

“Taarruzi Taktik Kol” yakın kol uçuşunun aksine, mesafeli uçumuyla oldukça dinlendiriciydi. Kolunda bulunduğunuz uçağın, uzunluk ekseniyle yaptığınız 45 derecelik açıda, üçlü referans disiplinine bağlı kalmak gene zorunluydu ama bin ile bin beş yüz fit’lik (300-350m) mesafede uçulan bir uçuş türüydü. Bu mesafe bazen hedefin özelliği ya da lider talimatıyla üç dört bin fitlere dek çıkabilirdi. Bu kol şekli her elemana hareket serbestîsi tanır, görüş alanını artırırdı. Liderle birlikte aynı hedefe ya da ayrı ayrı hedeflere yapılacak ani saldırıların, gerekli potansiyel ve kinetik enerjisine şarjı bünyesinde taşırdı. Gerek kol uçuşları gerekse diğer uçuş türlerinin zorlu eğitimleri, ilk merhalesinde Uçuş; akabinde Av Bombardıman Okulu’nun harbe hazırlık aşamalarında canla başla verilirdi. Sonrasında Ana Jet üslerinin filo uçuş öğretmenleri ve uçuş liderlerince harp sanatının ustalığına pekiştirilirdi.

“Kobra İki Üç Yuva?”

“Devam?”

“Radyo kontrol?”

“Beş net!”(çok iyi)

“Larissa Hava Üssünde bir hareketlenme var bilginize!”

“Olanca konukseverliğimizle gözlerimiz yollarda!..”

Larissa’da hareketlenme varmış! Elbet de olacak diye düşündü Serhan. Zira sömürgeci ilahlarca iktidar kılınmış siyasetin; mevki, makam, servetperver başaktörleri, şeytan karmaşası iklimler severlerdi. Küresel proje oluşların, işlenmiş devasa günahların, bulaşılmış ağır suçların; neredeyse günaşırı kurgulanıp köpürtülen şişirme gündemlere ambalajlanmaları; Andersen’den masallara, kavgalara, kargaşaya, hatta haksız kanlı savaşlara bohçalama operasyonları bundandı. Oralarda balonların biri sönmeden, bir diğerinin hezeyanla patlatılması, küresel ağalarına sadakatli yöresel yaptırımların, şeytan genli siyaset adabındandı. Oraların sicil trafiği organize suçlar istiflemiş, şeytana pabucunu ters giydiren muktedirleri; “Bilmesinlercilik” (Obskürantizm) karartmacılığını, alicengizce oynarlardı. Oralarda milletin iradesi, milletin parasıyla millet-devlet yerine, siyasete hizmeti dokunulmaz kılardı. Hatta yandaş olmayan yurtseverlere zulüm bile edilebilirdi. Hizmetin yürekten yapılanıyla siyaseten yapılanını ayırmak, yurttaş olabilmenin vicdansal bilinç seviyesiydi ama bunu beceremeyen diyarlarda çıkışsızlık, oraların kronik müstahak’ıydı. Cehaleti şiar, fanatik yandaşlaşma siyasasını uyar, bulanık partizan geverleri çıkar, yanlışı kulvar edinmiş oraların, doğal ya da yapay afetlerine, bilimsel önlemler alınmasa ki n’olurdu! Nasıl olsa oy potansiyeline vurgun siyasi karargâhların, tribünsel mikrofonları hararetle çalışır, kameralar önünün gömme törenleri şaşaayla yapılırlardı. Günah çıkarma ayinleriyle tövbe kapısı hep açık oraların, nasıl olsa günahları masum talihin, işlenmiş suçları bigünah kaderin, nihai toplamıysa Takdir-i İlahi’nin hanesine havale edilirdi. “Kader böyleymiş, Allah böyle takdir görmüş” ayinleri, amenna telkinleri; nasıl olsa oralardaki kimsesizliğin avutulma seanslarıydı. Oysaki tüm kutsal kitaplar önlemsizliğin, asla ve asla Allah’ın takdiri olmadığını, ayetlerle tekrar tekrar anlatırdı. Derlerdi ki önce ahlak, adalet, bilimsel aklın üretken önlemleri; tabii ki sonrası Allah’ın takdiriydi. Olanca kuşakların aynı haber, aynı çıkmaz, aynı hamaset rüzgârlarıyla uyuşturulup uyutulması, aynı filmin yıllar yılı oralarda yönetmen değişikliğiyle gişe yapması, şeytani avutmaların iyi organize pazarlamacılığındandı. Yana yakıla derman aranan tekmil ortak dertlerin, kuşaktan kuşağa devir olması; yokları bol bir ömrün hayat savrulmaları; bilimsiz siyaset amigolarının oralarda ocaklara incir dikmesi değil de neydi?

Küresel haramilerce gezegende göz konulan haritaların işgallerine, artık 3. Dünya savaşı gerekmiyordu. Bir devletten hukuksal yasaları alır, siyasal yasaları dayatırsanız; bilimden koparır, cehaleti hükümdar kılarsanız; soluksuz bırakır olanca kimsesizliğiyle öldürürsünüz! Padişahım çok yaşa pohpohlarıyla çağından uzaklaşan eğitim, artık oralarda bilim ve teknoloji üretemez; ekonomi felç, işsizlik tavan, kanlı terör örgütleri bayram yapardı. Küresel sömürgecilerin güdümlerine aldıkları yöresel siyaset neferlerine tek yaptırdıkları, hastalıklı partizanlığı adeta dinleştirip, oralara salgın derecesinde yaymaktı. Oysa hiçbir siyasi parti ya da siyaset kurumunun, hatta hükümetlerin; yurttaş ya da devletten asla üstün olmadıklarını ya da olamayacaklarını, gelişmiş ülkelerdeki gibi keşke oralar halkı da bilebilseydi! Keşke resmi ya da siyasi tüm mevki ve makamların, asıl sahiplerinin sadece millet olduğu ayırdına varılabilinseydi. O makamlarda oturanların, sadece kendilerine hizmet için orda olduklarına; evlerinin ekmeğini dahi ancak kendi sayelerinde oralardan götürebildikleri bilincine; çağdaş ülke halkları gibi keşke yurttaşlık haklarına yurttaşlaşılabilinseydi…

“Kobra İki Üç, Yuva?

“Devam?”

“Komşudan dörtlü bir kol, Larissa’dan kalkıp Tanagra hava üssüne indiler!”

“Sabrımız bereketli, kemirip bekliyoruz!”

Çocukluğunun Elazığ’ları, kokpite buğu buğu dolmaya başlamıştı. Dostluklar paraya, arkadaşlıklar çıkara, kişilikler güce, kimlikler kimselere henüz kaptırılmamıştı. Bıyıklarımızda siyaset; sakallarımızda ticaret; giyimlerimizde simgesel aidiyet henüz dolaşmıyordu. Ekmeğimiz partizan muktedirlerin değil, şefkatli devletin ellerindeydi. Sokakların dolu dolu bereket, meydanların vicdan vicdan adalet, mahallelerin tıka basa merhamet soluduğu hilesiz zamanlardı. Dikensiz güller açan umutlarımız, elimizden alınmamış kahkahalarımız, hesapsız selamlarımız, karınca kararınca huzur dünyalarımız vardı. Beş vakit ezanlardan sabah Sabayla; öğlen Rastla; ikindi Hicaz; akşam Segâhla; yatsı Uşşak; Cuma ve vefat salalarıysa Hüseyni makamının, doğal nağmeleriyle okunurlardı. Gönüllere oylum oylum işleyen rahmani ezgileri; ayaz mikrofonların, avaz hoparlörlerin, birbirine saldıran metalik sesleriyle henüz işgal yememişlerdi. Doğal kilise çanlarında çevresine panik vuran, elektro yükselteçler de henüz yoklardı. Köpeğe bile “Hoştunuz!” diyebilen Diyar-ı Elazığ’ın nezaket iklimleri, başlarını alıp henüz gitmemiş, zengin kültürlerimiz bizi umarsızca terk etmemişti. Hemşerisi, meslektaşı ve yakın arkadaşı Atalay’la İzmir ordu evinde bir gün otururlarken, hayat sürprizini yapmış “Hoştunuz” öyküsünün gerçek kahramanı bir hanımefendiyle rastlaşmışlardı. Toprağı bol olsun Elazığlı Vahan ustanın, Köprü Sokak’taki bayan terzihanesinde yaşanmış o tarihi öyküyü, birinci ağızdan rivayetsiz içeriğiyle İzmir’de dinlemişlerdi. Sonrasında Yzb. Serhan, insanlığın katmanlı yüreklerinden Vahan ustayı, bir kez de Elazığ halk kültürünün canlı kütüphanesi, yakın arkadaşı Hüsamettin Kaya anlatısıyla dinlemişti.

Kentli gökdelenler kürenin rüzgârlarını, galaksinin güneşini, atmosferin oksijenini sokakların ellerinden henüz almamışlardı. Sadakat yüklü komşuluklarımız, şefkat soylu duyarlılıklarımız, yardımsever yüreklerimiz, bereketli merhamet heybelerimiz vardı. Salgın yalnızlığın yürüyen cesetleri; apartman denen beton mezarlarda birbirlerine yabancılaşarak, çürümeye başlamamıştı henüz! Şehirlerin ruhlarını çalmalara, kumaşına çağ hortlağı dokular, mimarisine ucube ihanetler bırakmalara, henüz epeyce zaman vardı! Devranın duvarları kerpiç, damları toprak, sivingleri (dam saçağı, çıkıntısı) doğal sallı köy evleri de henüz betonlaşmamışlardı. Serhan’ların önü söğüt ağacı kerpiç evleri, döneminin imrenilir iki katlı binalarındandı. Rahmetli Mahmut dayı’nın yürekten okuduğu akşam ezanlarıyla yorgun argın tarladan döndüğünde, yüksek damın yün yatağına serildiği anlar, çocukluğunun mutluluğa en yakın anlarıydı. Şafakla birlikte yoluna koyulduğu tarlalarda, gündüzden tutuşmuş nasırlarının, minicik ellerinde yanmaya başladığı o damın ağustos gecelerinden; gök kubbenin görsel şölenlerini, çocuksu bir bilgelikle az mı gözlemlemişti. O gecelerin ay ışığına tutkun sessizliğini yırtarak gelip, yıldızlara karışarak giden uçaklar; peşlerinden izlerini doyumsuzca sürdürdüğü, yoksulluk oyuncaklarından bir diğeriydi.

Göğün derinlerinde sağ kanat ucunun yeşil, sol kanadın kırmızı çaktığını ta o günlerden bilirdi.

Karasabanla çift sürmekten, gökyüzünde uçak sürmelere vardığında anladı ve gördü ki havacılık haritalarında “UG–8” diye kayıtlı o Uzak Doğu yolu; meğer o yaz geceleriyle seyrine koyulduğu metal kuşların, köylerinin üstünden akışıp gittikleri koridormuş. Meğerse aşağılardan kaderini izliyormuş. Meslek seçimine henüz çocuk yüreğiyle verdiği kararına yazgı olmuş bu yoldan, yıllar sonra meğerse ne çok gidip gelmeler olacakmış! Yüksek göklerinden her geçişinde, aşağılarda yüksek damın Serhan’ını, Kuzova’nın puslu anılar sokağında, meğerse tarla tarla; bahçe bahçe; evlek evlek, nasıl da aramak varmış!.. Yamalı hatıraların özlem yırtıklarıyla çocukluk diyarına her varışımız; geçmişten göçüklerin alev alev iç çekişlerine karışmaz mıydı? Gönlümüze sağanağını alıp gelen bulutlar, öbek öbek devinen hasretleri çise çise yağmaya durmaz mıydı?

Hayat sınanmıyordu. Provası da yoktu!.. Elimizden kayıp gidenlerin bizden uzaklaştıkça kıymetlenmesi, olası ki pişmanlık belgemizdi. Hasret yıkığı yüreğimizin anılara yürümüş eyvahları, gönlümüze yurtlanmış mezarlığın hüzün yanıklarıydı. Bizim olanlara, bizimle olanlara bazen değerbilmezliğimiz; yoksa çiğ süt emmişliğimizden mi geliyordu?

Mekân, zamanın zamanla değişime uğrayan kalımsız dekoruydu!.. Hayatın kucağında her varlık gibi zamana yenik düşmenin yazgısını beraberinde taşırdı! İnsanlığın tedavisiz belası açgözlülük, paranın illetiyle mekâna ihaneti, çoğunlukla zamana bırakmazdı. Doyumsuzca göz koyduğu her neyse, acımasız vahşetinin harami paletleri altına erken alırdı. Tarihin, coğrafyanın, doğa’nın; hatta kurumların, şehirlerin, mekanların; doğal kimlikleriyle oynama, hafızalarını hırpalama ilkelliği; say say bitmez ihanet türlerinin, hangi birine girmezdi ki?.. 

 

Dünya dualarınız hayat dileklerinizce olsun!

Not; Rıdvan Aydın’ın “YÜREĞİME SİYAH ÇELENK BIRAKTIM” Roman dosyasından devam edecek…

 

 

 

Yazarın Diğer Yazıları