Faruk YILDIZ

Şövalyelerin Düşüşü

Faruk YILDIZ

Kuruluşundan bu yana –İlk TBMM’nin açılışını dikkate alırsak- üzerinden yüzyıl geçmiş bir ülkeyiz.  İbni Haldun bir devletin ömrünün maksimum bir insanın en uzun yaşayabileceği bir zaman dilimiyle eşdeğer tutar. Yani 120 yıl.

Tabi ki İbni Haldun bu değerlendirmeyi şahit olduğu çağa göre yapıyor. Tarihi olayların bulundukları zamana göre değerlendirilmesi sosyal bilimler açısından oldukça önemlidir. Elbette ki olayların etkileri sonraki dönemlerde de etkisini sürdürecektir. Kavimler Göçü, Talas Savaşı,  Malazgirt Savaşı, Coğrafi Keşifler gibi.

İbni Haldun’un saptamalarından yola çıkarak bugünün dünyası üzerinde değerlendirmelerde bulunmaya devam edelim. 

Dediğimiz gibi tarihi olayları ve olguları bulundukları çağa ve zamana göre değerlendirirsek daha tutarlı ve güvenilir sonuçlara ulaşırız. 

Günümüz dünyasındaki devletlerin ömürlerinin 120-130 yıllarla sınırlı olduğunu savunmanın artık tutarlı bir tarafı var mı yok mu onu önümüzdeki süreçlerde göreceğiz. 

Ancak Birleşmiş Milletler tarafından 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile bugün dünyanın İbni Haldun’un söz ettiği hususlarla ilgili önemli mesafeler kat ettiğini gösteriyor. Yine de her şeye rağmen hala dünyada büyük savaşlar ve bölgesel çatışmalar devam ediyor.

Peki, Türkiye bu yeni dünyada kendine nasıl bir pozisyon arıyor ya da aramalı?

Türkiye, son on yılda geçmişine göre daha sert ve aktif bir dış politika benimsemeye başladı. Bulunduğu coğrafya, stratejik konum gereği yıllarca bir köprü görevi gördüğü iddia edilen Türkiye, bilinçli bir şekilde hem dış hem de iç mekanizmalar tarafından bu “köprü” kavramı içerisine hapsedilerek adeta gölgesiyle dövüştürülen bir şövalye muamelesi gördü.

Bu kavram, sanki Türkiye’ye önemli bir misyon yüklenmiş, özel ve önemli bir ülke pozisyonuna yükseltilmiş gibi bir algıyla sürekli toplumun zihnine zerk edildi. 
Oysaki bugün daha yeni yeni anlıyoruz ki dünyayı yönetenler içimizdeki müttefikleri marifetiyle Türk milletine, iki yüz elli yıllık derin uykudan uyandırmamak için  “iki medeniyet arasındaki köprü” rolünü biçmişler. 

Kendileri de Ortadoğu’nun, Kafkasların bütün enerji kaynaklarını kendi insanlarının refah seviyesi daha da yükselsin diye Türkiye üzerinden Batı’ya taşıdılar.

Türkiye, son on yılda özellikle Suriye’deki iç savaşla birlikte Batı ile bu köprüyü yıkma eğilimine girdi. Yöneticilerimiz, Batı’nın Türkiye’yi karadan terörist örgütler marifetiyle ikinci bir Lübnan devleti (Kürt devleti) kurdurarak bir buçuk milyarlık bir İslam toplumuna liderlik etme potansiyelini ortadan kaldıracağını ancak son on yılın içinde anlayabildiler. Irak’ın kuzeyinde yaşanan durumun bir benzerinin Suriye’nin kuzeyinde yapılmak istendiği geç de olsa fark edildi.

Vladimir Putin’le yeniden ayağa kalkan Rusya’nın da oyuna dâhil olması ile daha çetrefilli hale gelen Türkiye’nin yenidünya düzeni içinde almak istediği pozisyon, bugün tüm dünyanın dikkatini çekmiş bulunuyor.

Ancak hala Türkiye’yi yeniden içine kapatmak, kendi sorunlarıyla uğraştırmak zorunda bırakmak için küresel oyuncular tarafından senaryolar çizilmeye devam ediliyor. Çünkü bu mücadele önümüzdeki elli yılın, yüz yılın mücadelesi değil önümüzdeki üç bininci yılın mücadelesi. Küresel oyuncuların önünde altı yüz yıllık bir Osmanlı tecrübesi var. Her şeyin farkındalar. 

Küresel güçler elde ettikleri egemenlik alanlarında etkilerini uzun bir zamana yaymak için de bu bölgeleri istikrarsızlaştırma politikası uyguluyorlar. Yöntem tercihlerini ülkelerin sahip olduğu demografik yapılara, coğrafyaya, yönetim biçimine göre seçiyorlar. Arap coğrafyasında mezhepsel ayrılıklar, monarşik ve totaliter yönetim anlayışları üzerinden hedeflerine ulaşmaya çalışırlarken, Türkiye’de etnik ve insan hakları temeline dayalı yöntemleri deniyor ve istikrarsız, içine kapanan, kendi sorunlarıyla uğraşan bir ülke haline getiriyorlar.

Bunları yaparken yine o ülkelerin insan kaynağını kullanıyorlar. Sahip oldukları ekonomik güçle Türkiye’nin de dâhil olduğu bu ülkelerin insan kaynaklarını kullanarak iç çatışmalarla bu coğrafyanın her türlü potansiyelini tüketiyorlar.

Bu hususta şöyle bir beş dakika düşünüp içinde bulunduğumuz İslam coğrafyasını gözümüzün önüne getirirsek şunları görebiliriz:
Afganistan’da, Irak’da, Suriye’de, Nijerya’da, Somali’de, Libya’da, Türkiye’de yoğunluklu olarak terörist faaliyetler aktif. Baktığınız zaman hepsi de Müslüman ülkeler. Daha açık bir ifadeyle küresel güçler bir Müslümanı kendi ülkesine karşı çok rahat bir şekilde kullanabiliyor. Bir Alman, bir İngiliz, bir Fransız, bir Amerikalı kendi ülkesine karşı terörist faaliyetlerde bulunabilir mi? Mümkün değil.

Ancak Hitler gibi, Mussolini gibi Roma İmparatorluğunu yeniden canlandırma hayali kuran liderler çıkmadığı sürece Batı’da uzun bir süre daha sıcak çatışmaları göremeyeceğiz gibi Müslüman örgütlerin terör olayları dışında.

Türkiye, son on yılda içerde terör örgütleriyle mücadelede başarı sağlamış ve bu örgütlerin tamamıyla artık sınırlarının dışında mücadele ediyor. Bu çok önemli bir aşamadır. 

Yürütmenin yeni bir şekle bürünmesinden sonra karar alma mekanizmasının hızlanmasıyla Türkiye sorunlarını daha ivedi bir şekilde çözmeye başladı. Bu anlamda kısa vadede olmasa da başkanlık sisteminin -demokratik sınırlar dışına çıkarılmadığı sürece- ülkemizin istikrarına katkı sunacağı kanaatindeyim. İki başlı yönetimlerin devletleri zayıflattığını tarihteki örneklerinden biliyoruz. 

Siyasi partilerin ittifak yaparak seçimlere katılması da ülkemizi siyasi istikrarsızlıktan da kurtarmıştır. Ancak bunun Siyasi Partiler Kanununda yapılacak değişikliklerle güçlendirilmesi gerekiyor. İç siyasi çekişmeler Türkiye’nin gelecekte yeni dünyada güçlü bir pozisyon almasındaki en büyük engeldir.

Türkiye, savunma sanayisinde Altay Tankı, TFX Muharip Savaş Uçağı gibi büyük projelerini hayata geçirebilirse 21. yüzyıl içinde küresel bir oyuncu olmaması için bir sebebi kalmayacaktır. 

Coğrafyamızda içimizden kaynaklı terör olaylarının kökünün kazınması için de Müslüman ülkelerle komşuluk ilişkilerinin düzeltilmesi gerekiyor. Bunun için aktif bir diplomasiye, tarihsel bağlara dayanan ilişkilerin ön planda tutulmasına, İslam Teşkilatı Örgütünün proaktif bir yapıya büründürülmesine ve en önemlisi de liderler arasında daha sıkı ilişkiler ağına ihtiyaç var. 

Ancak, Türkiye’nin en temel problemi istikrarsız ekonomik düzenidir. Kısa vadede ihracatını 500 milyar dolara, orta vadede de 1 trilyon dolara çıkarırsa Türkiye tam anlamıyla küresel bir oyuncu olmuştur diyebiliriz artık.

En önemlisi de entrikalarla ve komplo teorileriyle iktidarları devirmek, iktidara gelmek bir ülkeyi küresel bir oyuncu yapmıyor; bilakis bu tür iktidarlar küresel güçlerin oyuncağı oluyor.

Bu coğrafyanın insanı bilinçlenmediği sürece inanç ve etnik temel üzerinden her zaman küresel güçlerin oyuncağı olmaya devam edecektir.

Bu makaleden sonra okuyuculara bir devlette siyaset-ekonomi-din kavramları arasındaki bağları daha iyi anlamaları ve egemen güçlerin gücün tamamını elde etme adına hangi mücadele yöntemlerini kullandıklarını ve en önemlisi de toplumsal algının boyutunu anlatan  “Knight Fall” (Şövalyelerin Düşüşü) dizisini izlemelerini tavsiye ederim. 
 

Yazarın Diğer Yazıları