Ahmet KIZILKAYA

EN KARA OCAK, EN SOĞUK ŞUBAT

Ahmet KIZILKAYA

2019’un 31 Aralık’ında gezegenimizin tüm yaşayanları yeni bir yıla girmenin heyecanını yaşadılar hep birlikte.

Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, Budist, Şintoist ve benim bilmediğim daha ne kadar yerel ve evrensel inanç sistemi varsa bu inançlara dahil olan tüm insan toplulukları, hep bir ağızdan daha iyi bir dünya, daha iyi bir insanlık adına ortak niyazda bulundular.

Hatta bir dine ve yaratıcıya inanmayan ateist topluluklar dahil herkes, insanlık ve dünyanın geleceği adına iyi şeyler diledi.

Ancak görüldü ki niyazlar, dualar ve temenniler insanın manevi dünyasının bir parçası olsa da Yüce Yaradan’ın ilahi bir büyük planı ve yüce bir iradesi var ve o plan şaşmaz bir şekilde tıkır tıkır işliyor.

Dünyayı türlü nimetlerle donatan ve insanoğluna bunları en cömert şekilde ihsan eden Yüce Yaradan, yarattığı insanın düşmanı olmadığına göre ve hatta ona akıl denilen eşsiz bir meziyeti bahşedip iyi ve güzel yaşaması için türlü olanaklar verdiğine göre insanın başına gelen felaketlerden kendi sorumluluğu olduğu muhakkaktır.

Kuşkusuz yaşanılan büyük acıların arkasında bencillik, adaletsizlik, tembellik, aklı kullanmama ve ilahi evren düzenine muhalif işlerin etkisi var.

Esasen daha önceden de var olan ve 2020 yılı ile birlikte devam eden evrensel çapta yaşadığımız felaketler, trajik gelişmeler hep insanoğlunun doymazlığı, akıl tutulması ve adaletsizliği yüzünden ortaya çıkıyor.

Ne kadar dua edersek edelim, ne kadar iyi dilekte bulunursak bulunalım Yaradan’ın düzenine muhalefet ettiğimizde ya da evrenin kendi sistematiğinin dışına çıktığımızda duvara toslayıp acılar yaşamamız muhtemel. Hem evrensel çapta hem de yerel ölçekte durum budur.

Bunun son örneğini Elazığ şehrimizin 24 Ocak 2020 tarihinde akşam saat 20:55 sularında yaşadığı 6.8 büyüklüğündeki depremde de bir kez daha gördük.

Saatler 20:54’ü gösterirken evinde işyerinde, ocağında, hanesinde olan şehir sakinlerinden 37’si 20:55’te yaşama veda edip göçüp gittiler. Elbette ölüm insanın değişmez gerçeği, ama insanın ne şekilde öleceği galiba biraz da kendi tercihlerinin ve yaşam biçiminin bir sonucu.

Zira Yüce Yaradan, İsra Sûresi 13. ayette “Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık.” diye buyurmuşken, insanoğlunun  her olup bitenden kaderi sorumlu tutup kendini bunun dışında tutması doğru bir yaklaşım değil.

Elazığ depreminde enkaz altında ya da hastanede yaşamlarını kaybeden insanlarımızın enkazdan çıkarılma anlarına canlı tanıklık etmiş ve o depremi bizzat yaşamış biri olarak gördüklerimi, yaşadıklarımı ömrüm boyunca asla unutmayacağım.

Tanık olduğum bu sahneler karşısında insanımız niye bu halde, şehir niye böyle oldu, sorularının yanıtını kendimce verebildiğim ama toplumsal tabanda henüz bu soruların yüksek perdeden sorulmayıp yanıtlarının tartışılmadığının bilincindeyim.

Yaşadığımız bu acı tablonun yaraları sarılmaya, insanların acılarının bir nebze de olsa azaldığı bir süreçte tüm şehir olarak bu soruları toplum genelinde tartışmalı, fikir yürütmeliyiz diyorum..

Elbette depremin ilk anından itibaren tüm ülkemiz genelinde Elazığ’a yönelen yardım kuruluşlarını, kamu gücünü ve Türk milletinin dayanışmasını asla unutmayıp gururla hatırlayacağım.

Ancak depremin ilk saatlerinden itibaren tüm ülkenin canlı yayınlarla tv ekranlarından seyrettiği ve zaman zaman sevinçli sahnelere de sahne olan bu felaketin aslında çok daha büyük ve çok daha dramatik olduğunu günler geçince anladık.

24 Ocak 2020 tarihinin Elazığ için bundan sonra herhangi bir tarih olmadığını anladık. Yerbilim uzmanlarının söylediğine göre bu bölgede yaklaşık 150 yıldır biriken enerjinin yer kabuğunun çatlamasına sebep olduğunu onların ifadelerinden öğrendik. 150 yıl sonra gerçekleşen bu büyüklükteki bir depremin muhatapları olarak belki şanssız bir nesil olduğumuzu da söyleyebiliriz. Ama bütün bunlar yaşadıklarımız içinde birer detay.

Daha acı gerçek ise insanların Şubat soğuğunda eksi 15 derecelerde çadırda kaldıkları gerçeği. Daha acı olan, insanların evlerinin barklarının deyim yerindeyse başlarına yıkılmış olması. Daha acı olan şehirde sağlıklı bir kentsel dönüşüm ve güçlü bir altyapı ağı kuruluna kadar konteynerlerde yaşamlarını sürdürecek olmaları. Ve daha acı olanı şehrin bina stokunun en az üçte birinin hasarlı ve yıkılacak olması gerçeği.

Bu durumdan herkes ama herkes sorumlu. Siyaset yapanından,  ticaretle uğraşanına; esnafından, gazetecisine; çiftçisinden, memuruna kadar bu kentte yaşayan herkes belli ölçüde sorumlu. Zira bağıra bağıra gelen deprem için ne bir önlem alınabildi ne de bir toplumsal deprem bilinci oluşturulabildi.

Tüm kesimler üzerine düşen sorumluluğu yerine getirseydi bu şehir bu depremi bir doğa olayı olarak yine yaşayacaktı, ama sonuçları bu kadar ağır olmayacaktı.

Elbette kadere inanan insanlarız, ama akıl gibi bize verilmiş en büyük nimeti kullanmadığımızda başımızın belalardan kurtulmayacağı aşikâr. Sağlam yapılmamış binalar, doğanın dengesine aykırı yapılaşmalar, rant uğruna bilimden ve akıldan uzak işlere yönelmeler bizi çok yıprattı aynı kafayla devam edilirse daha çok yıpratacaktır.

Bizim hepimizin bir an önce aklımızı başımıza toplama vakti. Deprem, dilerim toplumda bir zihniyet değişikliğine zemin hazırlar. Yoksa halimiz harap!

Başa gelen her olayda suçu kadere ve Yaradan’ın takdirine havale etmek akıllı toplumların işi olamaz. Sağlam inanç mensupları da böyle düşünmez. Ne buyuruyordu Yüce Yaradan Şûrâ Sûresi 30. ayette : ‘’Başınıza gelen herhangi bir musibet kendi ellerinizin yaptığı işler yüzündendir. (O) yine de çoğunu affeder. ‘’

Depremle ilgili yazacak paylaşacak çok şey var. Bunları da sonraki yazımıza bırakalım.

Bir sonraki yazımda görüşünceye kadar sevgiyle ve huzurla kalın.

 

 

  

 

 

Yazarın Diğer Yazıları