DÜŞÜNCE DENİZİNİN KIYISINDA GEZİNİRKEN!
Çıkarların değerlere tercih edildiği bir dünyada yaşıyoruz
Çıkarların değerlere tercih edildiği bir dünyada yaşıyoruz. Toplumsal faydadan çok bireysel faydaların öncelendiği ve gözetildiği bir dünyada…
Daha da önemlisi egoizmin, tamahkrlığın ve bireysel dürtülerin sınırsız arzularına hapsolmuş, düşünce metaforundan uzak, merkezinde nefsin hükümran olduğu yeni bir dünyada…
Bir başka ifadeyle önyargıların esiri olmuş ve empati yoksunu birey ve toplum varlığının yükselişten de öte tavan yaptığı bir dönemin gerçek ve canlı şahitliğini yaptığımız bir dünyada...
Güçlünün zayıfa, kötünün iyiye, Batının(!) Doğuya(!) diş geçirdiği dünyada…
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.(Huccurat Suresi 10. Ayet) Mealindeki ayet üzerinden geçen süre yaklaşık on dört asır…
Ya da bir şehrin bir şehri kucakladığı ve adına ensar kardeşliği diyerek Batıdan çok ama çok daha önce evrenselleştirdiğimiz kardeşlik duygusunun Müslüman bireyin gerçek kimliğine dönüşmesinin üzerinden geçen süre yine yaklaşık on dört asır…
Bireysel ve toplumsal manada Müslüman kimliğinin mayasını bulduğu İslam kardeşliği ve sonrasında yardımlaşma, dayanışma gibi kavramlar etrafında şekillenen İslam toplumu olgusu var önümüzde. Akabinde saf, katıksız ve yalın İslam ışığı altında düşünce üreten, bilgi üreten ve her düşünce ve bilgi ışığında yenidünyalar keşfeden yepyeni bir medeniyetin varlığı.
Evet! Bu değerlerin kaybolmasından bu yana çok ama çok uzun bir zaman geçti. Mana anlamında inşa ettiğimiz medeniyetimizi çok geçmeden madde anlamında da şekillendirmeyi de başardık o pek de uzun olmayan zaman dilimi içerisinde. Ama bu durum trajik ve bir o kadar da ironik bir zaman döngüsü içinde farkında olamadan kayıp gitti elimizden. Düşünce üretmede zirve yapan bir medeniyetin bireyi de ne yazık ki savruldu bir tarafa. Düşünce denizinin kıyısında gezerken kendisini bir anda birbirini yiyip bitiren bir kavga ortamı içinde buluverdi ansızın. Akıl ve mantık ölçüsünden uzaklaştıkça bu kavganın şiddeti giderek arttı. Ve derken toplumsal kutuplaşmalar ve inanç üzerinden vuku bulan ayrışmalar…
On dokuzuncu yüzyıla kadar geçen sürenin görüntüsü böyle idi. Bu yüzyıldan sonra ise başka bir versiyonda karşımıza çıkıyor kutuplaşma ve ayrışma. Bu kez pi sabiti gibi bir kanun haline gelen ideoloji doğmalar sarmalında boğuşup duran zamanın yeni sözde aydın tipi. Ve bu ideolojik bağnazlığın yarattığı bilgisizlik ve fikirsizlik çıkmazında kaybolan ensar kardeşliği ya da Batının deyimiyle toplumsal sözleşme ruhu.
Thomas Hobbes ile ortaya çıkan ve Jean-Jacques Rousseau ile vücut bulan bu toplumsal sözleşme düşüncesi beraberinde özgürlük, adalet, eşitlik gibi insanlığın kaybolan evrensel değerlerini yeniden ortaya çıkarırken aynı zamanda insanoğlunun onurunu da hatırlatıyordu ne yazık ki bizlere. Oysaki bu düşünce az önce ifade edildiği gibi tam on dört asır önce iki şehrin kucaklaşmasıyla bizzat tarihin tanıklığında yaşanarak ortaya çıkmıştı. Sonrasında ise kayboldu ne yazık ki umursamazlığımızla. Ta ki insan onurunun ayaklar altına alındığı ortaçağ Avrupa'sında yeniden ortaya çıkana kadar. Sonrası ise hepimizin de bildiği üzere her türlü faydalı bilginin ve düşüncenin bir çığ gibi ortaya çıktığı kesintisiz bir süreç zinciri içerisinde birinin yükselişine(!) ötekinin çöküşüne(!) şahit olduk ne yazık ki.
Bireyden ziyade toplumun temel çıkarlarını gözeten bu yeni toplumsal sözleşme düşüncesinin varlığı yine bin dört yüz yıl öncesinde olduğu gibi toplumsal faydayı öne çıkarmıştı. Bizde ise evrimleşmiş daha doğrusu yanlış anlaşılmış ve az önce de ifade ettiğimiz gibi ideolojik doğmalara ve bağnazlıklara dönüşerek bir tabu halini almıştı.
En büyük temel yanılgımız temel sorunlarımıza çözüm ararken meselelerin olumlu yönlerinden bakarak çözüm üretmeye çalışıyoruz. İş böyle olunca sadece geçici çözümlerle sorunlarımız kısa bir süreliğine giderilmekte ve belli bir süre sonra yine nüksetmekte. Oysaki temel sorunlarımızın çözümünde olaylar olumsuzluklar üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmalı; aksaklıklar ve arızalar tespit edilip kalıcı çözümler üretmelidir. Gazali 'gerçek bilgiye ulaşmak istiyorsak her zaman şüphe ile yaklaşmalıyız ' diyor.
Evet! Daha yalın bir ifadeyle artık mucize bekleyen birey ve toplum olma hastalığından kurtulmak ve düşünce denizinin ta kendisi olmak zorundayız.
İnce Bir Düşünce adlı şiir kitabımdaki Düşünce adlı şiirimde dediğim gibi;
Yollar dolambaçlı, hesaplar ince,
Tek kurtuluş yolu, o da düşünce.
Daha da önemlisi egoizmin, tamahkrlığın ve bireysel dürtülerin sınırsız arzularına hapsolmuş, düşünce metaforundan uzak, merkezinde nefsin hükümran olduğu yeni bir dünyada…
Bir başka ifadeyle önyargıların esiri olmuş ve empati yoksunu birey ve toplum varlığının yükselişten de öte tavan yaptığı bir dönemin gerçek ve canlı şahitliğini yaptığımız bir dünyada...
Güçlünün zayıfa, kötünün iyiye, Batının(!) Doğuya(!) diş geçirdiği dünyada…
Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah'a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.(Huccurat Suresi 10. Ayet) Mealindeki ayet üzerinden geçen süre yaklaşık on dört asır…
Ya da bir şehrin bir şehri kucakladığı ve adına ensar kardeşliği diyerek Batıdan çok ama çok daha önce evrenselleştirdiğimiz kardeşlik duygusunun Müslüman bireyin gerçek kimliğine dönüşmesinin üzerinden geçen süre yine yaklaşık on dört asır…
Bireysel ve toplumsal manada Müslüman kimliğinin mayasını bulduğu İslam kardeşliği ve sonrasında yardımlaşma, dayanışma gibi kavramlar etrafında şekillenen İslam toplumu olgusu var önümüzde. Akabinde saf, katıksız ve yalın İslam ışığı altında düşünce üreten, bilgi üreten ve her düşünce ve bilgi ışığında yenidünyalar keşfeden yepyeni bir medeniyetin varlığı.
Evet! Bu değerlerin kaybolmasından bu yana çok ama çok uzun bir zaman geçti. Mana anlamında inşa ettiğimiz medeniyetimizi çok geçmeden madde anlamında da şekillendirmeyi de başardık o pek de uzun olmayan zaman dilimi içerisinde. Ama bu durum trajik ve bir o kadar da ironik bir zaman döngüsü içinde farkında olamadan kayıp gitti elimizden. Düşünce üretmede zirve yapan bir medeniyetin bireyi de ne yazık ki savruldu bir tarafa. Düşünce denizinin kıyısında gezerken kendisini bir anda birbirini yiyip bitiren bir kavga ortamı içinde buluverdi ansızın. Akıl ve mantık ölçüsünden uzaklaştıkça bu kavganın şiddeti giderek arttı. Ve derken toplumsal kutuplaşmalar ve inanç üzerinden vuku bulan ayrışmalar…
On dokuzuncu yüzyıla kadar geçen sürenin görüntüsü böyle idi. Bu yüzyıldan sonra ise başka bir versiyonda karşımıza çıkıyor kutuplaşma ve ayrışma. Bu kez pi sabiti gibi bir kanun haline gelen ideoloji doğmalar sarmalında boğuşup duran zamanın yeni sözde aydın tipi. Ve bu ideolojik bağnazlığın yarattığı bilgisizlik ve fikirsizlik çıkmazında kaybolan ensar kardeşliği ya da Batının deyimiyle toplumsal sözleşme ruhu.
Thomas Hobbes ile ortaya çıkan ve Jean-Jacques Rousseau ile vücut bulan bu toplumsal sözleşme düşüncesi beraberinde özgürlük, adalet, eşitlik gibi insanlığın kaybolan evrensel değerlerini yeniden ortaya çıkarırken aynı zamanda insanoğlunun onurunu da hatırlatıyordu ne yazık ki bizlere. Oysaki bu düşünce az önce ifade edildiği gibi tam on dört asır önce iki şehrin kucaklaşmasıyla bizzat tarihin tanıklığında yaşanarak ortaya çıkmıştı. Sonrasında ise kayboldu ne yazık ki umursamazlığımızla. Ta ki insan onurunun ayaklar altına alındığı ortaçağ Avrupa'sında yeniden ortaya çıkana kadar. Sonrası ise hepimizin de bildiği üzere her türlü faydalı bilginin ve düşüncenin bir çığ gibi ortaya çıktığı kesintisiz bir süreç zinciri içerisinde birinin yükselişine(!) ötekinin çöküşüne(!) şahit olduk ne yazık ki.
Bireyden ziyade toplumun temel çıkarlarını gözeten bu yeni toplumsal sözleşme düşüncesinin varlığı yine bin dört yüz yıl öncesinde olduğu gibi toplumsal faydayı öne çıkarmıştı. Bizde ise evrimleşmiş daha doğrusu yanlış anlaşılmış ve az önce de ifade ettiğimiz gibi ideolojik doğmalara ve bağnazlıklara dönüşerek bir tabu halini almıştı.
En büyük temel yanılgımız temel sorunlarımıza çözüm ararken meselelerin olumlu yönlerinden bakarak çözüm üretmeye çalışıyoruz. İş böyle olunca sadece geçici çözümlerle sorunlarımız kısa bir süreliğine giderilmekte ve belli bir süre sonra yine nüksetmekte. Oysaki temel sorunlarımızın çözümünde olaylar olumsuzluklar üzerinden değerlendirmeye tabi tutulmalı; aksaklıklar ve arızalar tespit edilip kalıcı çözümler üretmelidir. Gazali 'gerçek bilgiye ulaşmak istiyorsak her zaman şüphe ile yaklaşmalıyız ' diyor.
Evet! Daha yalın bir ifadeyle artık mucize bekleyen birey ve toplum olma hastalığından kurtulmak ve düşünce denizinin ta kendisi olmak zorundayız.
İnce Bir Düşünce adlı şiir kitabımdaki Düşünce adlı şiirimde dediğim gibi;
Yollar dolambaçlı, hesaplar ince,
Tek kurtuluş yolu, o da düşünce.